Varlık Vergisi bir zulüm müydü, zorunluluk mu?

“‘Adalan, başını eller arasına almış, koltuğa çökmüştü. Fırtınanın kopacağını seziyordu.

Müsteşarlık odasının en geniş duvarında Sami Yetik’in Sarıkamış Faciasını canlandıran tablosu asılıydı. Kağnıyı çeken öküzlere omuz vermiş kadının yüzüne sanki torununu okşayan bir nine mutluluğu yerleştirilmişti. Alnına gölge vermek için, mor kahverengi arası bir renk seçilmiş, bu koyuluk, giydiği bol çiçekli basmanın havasına hüzün getirmişti (…) Kapı açıldı. Tokmağa yakın bir yerden o iri baş tekrar göründü. ‘Haydi müsteşar, al adamlarını arkana, Başvekil bekliyor’

Ağralı, kapıyı açık bırakıp yürüdü. İçerdekiler koşup telaşla Ağralı’nın arkasına dizildiler. Adalan, teşkilat ile hükümet arasında kalın fakat oynak bir köprü oluşturuyordu.

Saraçoğlu gelenleri ayakta kabul etti. Gerisinde ince, uzun boylu, saydam bakışlı birisi duruyordu. Münakaşa ettikleri konunun evrakını toplama telaşındaydı. Saraçoğlu gelenlerin elini sıktı. Fena kokulu bir şey yayılacakmış gibi huzursuzdu.’

Yukarıdaki alıntılar, Yılmaz Karakoyunlu’nun ‘Salkım Hanım’ın Taneleri’ adlı romanından alınmıştır. (Öteki Yayınları) . Filmi de çevrildi bu romanın. Romandan ve tarihsel gerçeklerden uzaklaşılarak, “ezilen zavallı azınlıklar” yörüngesine oturtulan bu film, epeyce de tartışma ve gürültü kopardı.

Karakoyunlu bu romanda, İkinci Dünya Savaşı yıllarında ülkemizde uygulanan “Varlık Vergisi’nin yol açtığı toplumsal ve bireysel yaraları ve değişimleri işlemektedir.

Varlık Vergisi’nin düğmesine işte o gün, Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun yukarıda sözü edilen o toplantısında basılır. Karakoyunlu, Saraçoğlu’nun o toplantıda ‘On beş günde üç yüz milyon lira istiyorum’ diye kesin emir verdiğini ve bürokratlarının hiçbir haklı ve karşı görüşünü kabul etmediğini yazmaktadır.

Gelin şimdi romanı bir yana bırakalım, Varlık Vergisi’nin bilinmeyenleri ya da az bilinenleri hakkında bilgilenelim:

İtiraz ve temyiz yolları kapalı olan Varlık Vergisi’nin temel amacı; İkinci Dünya Savaşı’nın ağır koşullarından (savaşa girmemesine karşın) etkilenen Türk Ekonomisinin bu durumundan yararlanarak haksız servet edinmiş olan karaborsacı, istifçi ve büyük toprak sahiplerinden vergi almaktı. Verginin matrahını, haksız yere şişirildiği iddia olunan servetler oluşturuyordu. Matrah ve oranların tespiti, yerel yetkililer ile maliye bürokrasisinden oluşan takdir komisyonlarına bırakılmıştı. Tarh ve tebliğ olunan vergi, 15 günde ödenmeliydi.15 günlük ek süre, ancak yüksek bir faiz ödenerek mümkün olabiliyordu. Bu süreleri geçirip de ödeme yapamayanlar, çalışma kamplarına gönderilip mülklerine de el konuluyordu.

Dört tür vergi yükümlüsü belirlemiş ve bunları harflerle kodlamıştı Maliye Bakanlığı. Müslümanlar (M) ile ecnebiler (E), belirlenen matrahın % 25’ini; gayrimüslimler (G) % 50’sini, dönmeler(D) % 25’ini vergi olarak ödemekle yükümlüydüler. Müslümanlar ve dönmeler vergilerini ödemekte -bazı istisnalar dışında-  fazla güçlük çekmezken, %50 oranı ağır gelen gayrimüslimlere Bayburt-Erzurum arasında bulunan Kop Dağı’ndaki çalışma kamplarının yolu gözükmüştü. (Çoğu kaynakta, bu arada ‘Salkım Hanım’ın Taneleri’ adlı roman ve filmde de bu kampın yeri Erzurum-Aşkale olarak gösterilir. Yanlıştır. Kafileler İstanbul’dan trenle kampa en yakın istasyon olan Aşkale’ye sevk edilmişlerdir, ancak kamp yeri 25 km kuzey-batıdaki Kop Dağı’dır. Burada kazma küreklerle yol çalışması yaptırıldığını, büyüklerimden yıllarca dinlemişimdir. )

Aşkale’ye bu şekilde sevk olunan vergi yükümlüsü sayısı 1400’tür. Çalışma kampı korkusu, tahsilatı hızlandırdı. 900 adet mülk istimlak edildi. Uygulamanın başladığı Kasım 1942’den 1943 yılı ortalarına dek varlık vergisinden umulan hasılatın % 80’ini sağlanmış oldu. Eylül 1943’te varlık vergisinin kalan bölümleri affa uğradı. Aralık 1943’te son sürgünler Kop Dağı’nı terk ettiler. Mart 1944’te bu vergi kaldırıldı.

Varlık vergisinin % 36,5’u Müslümanlar ve dönmelerce ödenmişti. Gayrimüslimlerin ödeme oranı % 53, ecnebilerinki ise 10,5’tu. Bu rakamlar bir azınlık ezme politikası olmadığını ispat etmektedir. Kaldı ki, o tarihlerde Anadolu köylüsünün “Toprak Mahsulleri Vergisi”  ile “Yol Vergisi’nin altında zaten pestili çıkmıştı. Toprak Mahsulleri Vergisi’nden kurtulmak ve büyük bir çile ve emekle yetiştirdiği ürününün tahsildarlara kaptırmamak için akla ve hayale sığmayan yollara başvurmaktaydı. Aşkale ve Ezilen Azınlıklar Edebiyatı yapanlar, aynı yıllarda yol vergisini ödeyemeyen 700 bin Türk köylüsünün yollarda çalıştırıldığını unutuyorlar.”[1]

Şimdi geliniz o verginin yasalaşması ve uygulanmasının içinde bulunmuş olan değerli devlet adamı ve yazar Cahit Kayra’nın yazdıklarına göz atalım ve gerçeğe bir adım daha yaklaşalım:

“Bu olayın üstünden yıllar geçti ve Türkiye’nin derinlerinden su üstüne çıkan değişik sorunları oluştu. Savaş meydanlarının uzağında durup onun getirdiği olanaklardan yararlanan ve palazlananlar, hatta bu vergi uygulamasında etkin görev alanlar, devlet sorumlularına ağır eleştiriler ve suçlamalar yönelttiler. O yöneticilerse Türkiye’yi o günlerdeki büyük yangına bulaşmaktan kurtarma dehasını göstermişlerdi. Varlık Vergisi ve daha sonraki Toprak Mahsulleri Vergisi, bu büyük hizmete karşı ödenmiş küçük bedellerdir. Ben bu inançtayım.

(…) Yokluk Vergisi:

Varlık Vergisi, Türkiye Cumhuriyeti siyaset tarihine büyük bir yanlışlık olarak geçti. Bu vergiyi verenler büyük bir haksızlığa uğramış ve mağdur olmuş kabul edildi. Ben bu kanaate, ciddi olduğunu düşündüğüm bir rezerv koyma gereğini duyuyorum. Savaşın o günkü ortamı içinde uygulanabilecek başka bir çare yoktu. Türkiye bu delice esen boğuşma fırtınası içinde yaşamını koruyabilmek için sınırlarında bir milyonluk bir asker gücü bulunduruyordu. Bunu finanse edebilmenin tek yolu vardı. Toplumun en varlıklı bölümlerinden bu büyük özveriyi istemek ve vergi teorilerine uygun olarak almak. Varlık Vergisi bir özveri idi ve bu yüzden acılar oluştu. Devlet varlığını sürdürebilmek için Varlık Vergisi hesaplarını kapatırken en uçtaki kaynaklara kadar uzanmak gereği duydu ve Toprak Mahsulleri Vergisi’ni çıkardı. Varlık Vergisi, varlıkları olan insanlardan alınmıştı. Toprak Mahsulleri Vergisi varlıkları hemen hemen yok olan insanlardan alındı. Ben bu vergiye ‘Yokluk Vergisi’ dedim.”[2]

Bir İlginç alıntı da Şevket Süreyya Aydemir’den yapalım:

“Bu kanunun çıkışı çeşitli yankılar uyandırdı. Uygulama sırasında gene eski işimde, yani Sanayi Tetkik Heyeti Başkanlığı görevimde bulunuyordum. Herkes gibi ben de bu uygulamanın yankılarını dinlerdim. Bir gün evime Prof. Avram Galanti konuk geldi. O zaman İstanbul Milletvekili de bulunuyordu. Bize kanunların en eskisi olarak kabul edilen Hammurabi Kanunlarını o tanıtmış, dilimize çevirmişti. Galiba İstanbul Musevilerinin cismani heyetinin de başkan ve üyesiydi. Yanında İzmir Musevilerinin cismani başkanı olan Baba Gomel de vardı. Söz tabii gene varlık vergisi yakınmalarına geldi. Baba Gomel:

-Siz koyunun postunu kırkacağınıza, koyunun kendisini kesiyorsunuz, şeklinde hoş ve pratik benzetişlerle, sermayenin zedelenmemesini savunuyordu. Kendisine düşen büyük vergiyi de tamamen ödemişti. Fakat ben işi başka yönden aldım:

-Galanti Efendi, dedim, siz tarihçisiniz, işi şöyle almalısınız: Biz Türkler yüzyıllardan bu yana bin bir savaşta, bin bir cephede kan dökmekten, askerlik etmekten; ticarete, sanayie, para ve sermaye biriktirmeye vakit bulamadık. Sizler yani bütün azınlıklar ise bunları yaptınız. Biz sizi savaşlardan koruduk. Siz orduya asker vermediniz. Hatta birtakım yollarla vergi de vermediniz. Ticareti, sanayii, ithalat ve ihracatı, para ve sermayeyi ellerinizde topladınız. Bu işler, bizim asırlarca döktüğümüz kanların pahasına ve hele tanzimattan sonra münhasıran siz azınlıkların ellerinde toplanan imkânları korumak için oldu. Tanzimat fermanı bile bizleri bu savaşlardan kurtarmak için değil, sizlerin ‘can ve mal güvenliğiniz’ korumak gerekçesiyle ilan olundu. Bu bizim yüzyıllarca dökülen kanımızla, sizin bu sefer vereceğiniz bir iki yüz milyon kâğıt liralık varlık verginizi karşılaştırırsak ve buna hatta bir ‘Kan Vergisi’ desek, hesaplaşmamız çok mu zalimane olur? Ne dersiniz? İsterseniz bizim dökülen kanlarımız ve sonu gelmez askerlik emeklerimizle, sizin şu bir avuç vergi fazlanızı karşılaştıracağımıza, sizin biriken servetlerinizle, bizim biriken kan ve askerlik haklarımızı teraziye koyarak hesaplaşalım. Eğer biz haksız çıkarsak vergileriniz silinsin. Ne dersiniz?

Avram Galanti Efendi dürüst bir bilgindi. Bizim tarihimizi de biliyordu. Baba Gomel pratik bir iş adamıydı. Her ikisi de haykırdılar. Galanti Efendi şöyle konuştu:

‘Asla! Böyle bir hesaplaşmaya gidemeyiz! Çünkü o zaman yalnız bütün malımızı, mülkümüzü değil, cemaatlarımızın bütün fertlerinin canlarını da teraziye koyarsak, biz sizin asırlık kan ve askerlik haklarınızı ödeyemeyiz. Aldığınız vergi helâl olsun. Bu vergi, senin dediğin işler teraziye dökülünce, bizim ödememiz gerekenin bir zerresi bile değildir.’

O gün aramızda konuşulan bu sözler, şu piç ve yüzkarası denilen ve töhmeti hâlâ İnönü’nün omuzlarına yükletilen varlık vergisinin galiba en doğru değerlendirme ve hesaplaşmasıdır.”[3]

 

 

[1] Cazim Gürbüz/Edebiyatlaşan Vergiler

[2] Cahit Kayra- 38 Kuşağı

[3] Şevket Süreyya Aydemir-İkinci Adam-İkinci Cilt/Remzi Kitabevi

About Post Author