TIP BAYRAMI VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ…
“14 Mart 1827’de, II. Mahmut döneminde, Hekimbaşı Mustafa Behçet’in önerisiyle ilk cerrahhanenin, Şehzadebaşı’daki Tulumbacıbaşı Konağı’nda Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire adıyla kurulması, Türkiye’de modern tıp eğitiminin başladığı gün olarak kabul edilir. Okulun kuruluş günü olan 14 Mart, “Tıp Bayramı” olarak kutlanmaktadır.
İlk kutlama, 1919 yılının 14 Mart’ında işgal altındaki İstanbul’da gerçekleşmiştir. O gün, 3. sınıf öğrencisi Hikmet Boran’ın önderliğinde, tıp okulu öğrencileri işgali protesto için toplanmış ve onlara devrin ünlü doktorları da destek vermişti. Böylece tıp bayramı, tıp mesleği mensuplarının yurt savunma hareketi olarak başlamıştır.” (Wikipedia)
Öncesinde de İttihat Terakki kuruluşundan, “Türk Ocağı” ve “Türk Yurdu” dergilerinin çıkarılmasına, halkın uyandırılıp siyasi hareketlerin içine katılması çabalarında tıbbiyeliler ve özellikle askeri tıbbiyeliler başrolde yer alacaklardır. Çanakkale Savaşı sırasında tıbbiye beşinci sınıfının tümden şehit düşmüş olması da tıbbiyenin yurt sorunlarıyla ilgisi bakımından önemli bir tarihsel gerçekliktir.
On altı yaşında başladığım tıbbiye öğrenciliği benim hayatımın en büyük sürprizlerinden biri oldu. Annem Perihan Akçam, genç yaştan itibaren çektiği Duodenal Ülser hastalığı nedeniyle sıkça İçcebeci sırtlarındaki evimize yakın Tıp Fakültesi’ne gider; ben hiç hazzetmediğim ilaç kokuları ve hastane ortamından uzak kalmak için hastane bahçesinde oyalanarak kendisini beklerdim. Ankara Atatük Lisesi’ni bitirdiğim ve üniversite giriş sınavına yeni yapılmış Ankara Tıp Morfoloji binasında, kendimi orada bir yabancı gibi hissederek (hiç aklımdan geçmemişti o binada öğrenim yapan Tıp Fakültesi’ne girmek) girip çıktığım yıl da her yıl olduğu gibi Ardahan Ölçek Köyü’ne, bir köylü gibi biçinde, yığmada, ot-sap taşımada çalışmaya, düğünlerde papağa at binmeye, bibioğullarıyla birlikte derelerde balık tutmaya, kırda bayırda mal otarmaya gitmiştim. Amcam Kerim Akçam ile dağdan, Eğrisu tarafından koca bir araba ot indirmiş, tahta köprü epeyce eskimiş olduğundan köyü ikiye bölerek akan köy çayından, suyun, taşın kayanın içinden arabayı geçirmek, öküzlere de su içirmek için durmuştuk. Araba öylesine yüklüydü ki, ben ayaklarımı sap arabasının başına zarzor sığdırmış, bir elimle de yukarıdaki ipe zorlukla tutunmuş durumdaydım. Kim olduğunu anımsamadığım bir çocuk koşarak geldi, Ankara’dan mektup gelmişti bana. İlk fırsatta zarfı açtım, okudum. Annem üniversite giriş sınavlarından çok yüksek bir puan almış olduğumu, istediğim her yüksekokul ve fakülteye girebileceğimi yazıyordu. Düşlerim gerçek olmuş, hep hayalini kurduğum orman mühendisliği yolu bana açılmıştı.
Kayıtlar başlamadan Ankara’ya döndüm. İstanbul’a, dayıoğlu Kemal’e telefon ettim; Orman Fakültesi yurdunda kalabilmek için yardımcı olmasını istedim.
Bavulumu hazırlayıp kapatmaya hazırlandığım saat, annem ve babam beni evin salonuna, konuşmaya çağırdılar. Tıp Fakültesi’ne girmemi istiyorlardı…
Kırmadım, kıramadım onları. Tıbbiyeli oldum. Önce Cebeci’deki asri mezarlıkta ayaklarımızla çiğneyerek kemik ayırdığımız mezarlığın kemik deposu, sonra kadavra salonları, sonra okul işgali, devrimci arkadaşlarla ve askeri tıbbiyeli ağabeylerle tanışma, Anatomi hocamız, “milliyetçi” geçinen faşist saldırganların arkasında olduğunu bildiğimiz Prof. Dr. Kaplan Arıncı’nın okulun Sosyalist Fikir Kulübü yöneticisi, cemiyette sınıf temsilcisi (2. Sınıf) Alper’le özel uğraşması (yüksek notları da hiç esirgemeden), bir afişleme sonrası ilk tutuklanma, poliste sıra dayağı ve falaka, Ulucanlar cezaevinde 200 mumluk bir ampul altında, Tecrit’te tahta bir kerevetin üstünde onlarca suçluyla kucak kucağa geçen gece; sonra 8. ve 2. Koğuşlar.
- sınıfta Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın kitaplarıyla tanışma. Mezuniyet sonrası Türkiye Sosyalist İşçi Partisi, Devrimci Derleniş Dergisi, Kuşcağız ve Tuzluçayır’da derneklerde hasta muayenesi, gençlerle okuma grupları, en az üç kez üzerime yönelmiş namlularla ve bıçaklarla yüz yüze gelme. Daha öğrencilik yıllarından başlayarak Ankara Tabip Odası çalışmalarına katılma; ATO (Ankara Tabip Odası) ve TOB (Tabip Odaları Bülteni) dergilerinin çıkarılması, hastanelerde yüzlerce hekimin katıldığı toplantılarda sağlık ve ülke sorunlarını tartışma… SSK Dışkapı hastanesinde devrimci çalışmalar, okuma grupları. Uzman olduktan sonra bu kez de sürgünle ve açığa alınmalarla tanışma… Karabük’te, gece gündüz çevredeki milyonlarca nüfusa ve sigortalı on binlerce emekçi ve ailesine bakmaya çalışan SSK hastanesi cerrahlığı. Erzincan Askeri Hastanesi’nde verdiği tekmille 3. Orda Komutanı Orgeneral Selahattin Demircioğlu’ndan “Aferin” almış, Erzincan Havaalayı’nda yatan devrimci tutukluların davalarında işkence bilirkişisi yedek subay… Sıkıyönetim mahkemesi üyeleriyle çatır çatır tartışarak işkencenin varlığını kabul ettirme; açığa alınmış jandarma subayları ve polis yetkilileri tarafından ölümle tehdit edilme… Sonra yeniden Karabük yılları; Karabükspor yöneticiliği, Karabük Demirspor futbolcusu, kaptanlık ve kulüp başkanlıkları; gece gündüz ameliyatlar, yüzlerce hastanın sırada beklediği poliklinikler, gecenin üçünde morg kapısından gizlice girerek hastane kontrolüne çıkmış, tuvalet taşlarından aşçı tırnaklarına hastaneyi teftiş eden yönetici… Türk Tabipleri Birliği Karabük Temsilcisi olarak yoksul emekçilerin gece gündüz en olumsuz ve sağlıksız koşullarda çalıştığı, parça parça hastanelere taşındığı özel haddehanelerde ve yüzlerce işyerinde İş ve İşçi Sağlığı çalışmaları…
Temmuz 2000’de Bursa SSK Hastanesi genel cerrahlığında mesleki uğraşa noktalı bir virgül koyarak kültür ve edebiyat dünyasına adım atma…
Ömrümün en verimli, en atak yıllarını büyük bir özveri ile tıp hizmetine, insan sağlığına adamaya çalıştım. Karabük yıllarında, henüz kan bankası bulunmayan koşullarda birçok kez ameliyat ettiğim hastaya kendi kanımı vermek zorunda kaldım…
Şimdi, 14 Mart yazısını yazarken, bunca yıl sonrasında, şehirlere bela olmuş şehir hastaneleri ülke soygunu ve keşmekeşinde çalışan meslektaşlarıma, özel sağlık hizmetlerinde soyulup sömürülen halkıma yanıyorum; hekimlere “giderlerse gitsinler” diyen, işi hayatın her alanında ve sağlıkta yalnızca satış ve pazarlama olan, üniversitelerde, tıp fakültelerinde bilgiyi, liyakatı kaldırıp, itaat eden yalakaları subaşlarına atayan, örgütlü cehaleti bilime saldırtan bir iktidar anlayışına öfkeden patlıyorum.
Gidecek olanlar, yurtsever, devrimci tıbbiyeliler değil ülkenin altını üstünü, tüm değerlerini pazarlamaktan başka bir düşünceleri ve amaçları olmayan bezirgânlardır…
Biz bu yurdun öz evlatlarıyız; emekten, özgürlükten, Cumhuriyet’ten yanayız; buradayız; hep burada kalacağız.
Tıp uğraşının bir parçası olarak, hekimliğimle onur duyuyorum; bugün de Ankara Tabip Odası’ndan arkadaşlarımla birlikte Cumhuriyet’in kurucusu “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir!” diyen, “Beni Türk Hekimlerine Emanet Ediniz” diyen Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ü ziyarete gideceğiz.
Tıbbiyeli devrimciliğin ateşi yanıyor; hep yanacak… Bilim kazanacak, insanlık kazanacak.
Yaşasın 14 Mart Tıp Bayramı!