Hani bir söz vardır ya, “Su uyur, düşman uyumaz,” diye… Bende son zamanlarda bir “sabit düşünce – fiks idea” durumuna geldi sanki… Birileri gece gündüz hinlikler düşünüyor… Gece gündüz hayatımızı zorlaştırmak, gece gündüz kötülükler kurmak için uğraşıyor sanki. “Su uyur, şeytan uyumaz,” demek daha yerinde olacak sanki… Dertlerimizin biri bitmeden diğeri başlıyor…
Dünyanın en güzel coğrafyasında nehirler bok ve zehir içinde, simsiyah akmaya başladı. Ömre bedel iç denizlerimizi müsilaj denen pislik kapladı. Suda başlayan hayat suda bitiyor sanki…
Para hırsı, kazanç, çıkar ve iktidar için olmadık dümenler döndürülüyor. Şimdi de az betonumuz varmış gibi, betona boğulmuş, doğal yaşam alanları yok edilmiş İstanbul’a etek etek paralar dökülerek beton bir kanal yapılıyor… Sırf etrafındaki iki yeşilliğin yetiştiği tarım alanlarını, üç kuruşluk suyun biriktiği su havzalarını yapılaşmaya açmak, bina satmak, para kazanmak için…
Denizler daha da kirlenecekmiş, zaten azalmış sular iyice kalmayacak, bir avuç yeşilliğe hasret kalacakmışız, umurunda bile değil kimsenin… İlle de beton atacaklar, ille de satacaklar, ille de para kazanacaklar. Altta kalanın canı çıksın…
Onlar bir tarafa, bir de işin “Güler misin, ağlar mısın” bilemeyeceğin bir cehalet tarafı var… Televizyona çıkmış kadının biri, iki yüz lira sosyal yardım almış, biraz da gıda yardımı koparmış, açmış ağzını kim muhalifse bu gidişe, ona sövüyor. Hayatında iki kitap okumamış, bir matematik problemi çözmemiş, bir muammaya kafa yormamıştır; kafatasının içindeki beynin yüzde birini bile kullanmamıştır. Bıraksalar, bu gidişe hayır diyenlerin kaldıkları eve ateş de çakar, hiç acımaz, dumana boğar… Neden ben böyle dilenci gibi bir duruma düştüm diye sormuyor, vazgeçtik kendisinden, neden kocam, neden çocuklarım adam gibi bir iş bulamıyor, ben de onurumla her şeye sahip bu coğrafyada beyler gibi yaşayamıyorum diye sormak aklına bile gelmiyor…
“Hânı yağma”da birileri malı götürüyor, cukkayı dolduruyor; birileri de onursuzca el açmış, aldığı sadakayla yetinirken malı götürenlere alkış tutuyor…
“Yiyorlar ama yapıyorlar” diyen de var… Yaptıkları betonu yiyin de doyun bari…
İkinci Dünya Savaşı’nın kıtlık yıllarında dışarıya tahıl satabiliyorduk ama bugün saman ithal ediyoruz; üreticimiz kan ağlıyor; on milyonlarca insanımız ete hasret sofralar kuruyor, milyonlarca üniversite mezunu işsiz ve aç geziyor… Varlık içinde yokluk çekiyoruz, kimsenin aldırdığı yok…
İzmir Çandarlı’da, Karabük’te cerrah olarak çalıştığım yıllardan kalma, bir zamanlar denetçiliğini de yaptığım bir ufak kooperatif yazlığım var… Pandemi koşullarında biraz özgür olabilmek, yapabileceğim tek spor olanağını gerçekleştirebilmek için (ruhumla kavga ederken bedenimi harap ettim; futbol ve bisiklette aşırı yüklenme nedeniyle kalça ve diz protezleri sahibiyim, onları korumam gerek) otuz yıl önceden kalma ve onlarca yıl doğru dürüst kapısını bile açamadığım bu yazlığa iki yıldır üç beş günü aşan sürelerle geliyorum. Çandarlı’da kışları yedi sekiz bin olan nüfus, yaz mevsimlerinde elli bini geçiyor. Burası eskiden bir ilçeydi, belediyesi, yerel yönetim organları vardı. Mahalle statüsüne indirip tam on dokuz kilometre ötedeki Dikili’ye bağladılar. Çöpler zamanında toplanamıyor, suyundan kanalizasyonuna sorun üstüne sorunlar yaşanıyor.
Hayatımızı zorlaştıranlar bir de bunu yapıyorlar. İnsanlar kendilerini yönetemesinler diye idari mekanizmayı karmakarışık bir duruma getirdiler. Sorunlarının çözümü için ille uzaklardaki yetkililere ulaşmaya çalışacaksın; yeri gelecek, yalvarıp yakaracaksın. Özyönetim hakkın olmayacak, kendi yaşamınla ilgili tartışmalara katılamayacaksın, düşünceni söyleyip çözüm önerisi getiremeyeceksin. Ne demişti Norberto Bobbio, “Demokraside kimin oy verdiği değil, nelere oy verdiğin önemlidir…” Hayatımızın hangi sorunuyla ilgili düşüncemiz soruluyor ey vatandaşlar söyleyin bakalım. Beş yılda bir önüne bir sandık getirip koyuyorlar, arada trafolara kediler giriyor, torba torba oylar çalınıp bir yerlere atılıyor; gıdım farkla şaibeli seçimden önde çıkmış görünenin iki dudağı arasına teslim ediliyor ülke… Neden böyle oluyor diye sorduğunda da yanıtı belli; “demokraside çoğunluğun dediği olur!” İyi de, meslek odalarında, barolarda neden çoğunluğun dediği olmuyor da yeni barolar, yeni odalar kuruyorsun, bunu soran da yok…
Bu çoğunluk acaba İstanbul’a beton kanal yapılmasına ne diyor, bu çoğunluk nehirlerin bok içinde zehir akıtmasına ne diyor, denizlerin müsilajla kaplanmasına ne diyor, koca ilçelerin mahalle yapılmasına, hayatın zorlaştırılmasına ve karartılmasına ne diyor; soran var mı? Yok… Sorsalar da hükmü yok…
Bundan sonrasında iyiliği, güzelliği, doğruluğu, adaleti savunanlar, hayatları için kendileri karar vermek isteyenler de uyanık olmalı… Her fırsatta, her olanakta sesini yükseltmeli, sayılarını çoğaltmalıdır…
Şeytan uyumayacaksa biz de uyumayacağız…
Biz de gece gündüz uyumayıp kötülüklere karşı direnmeliyiz; iyilikler, güzellikler düşünmeliyiz…
Yeter artık hayatlarımızın zorlaştırıldığı, yeter artık kendi fani ömürlerimizin haraç mezat başkalarına satıldığı…
Gününüz aydın olsun…