KURA’NIN VE TİFLİS’İN HAKKINI YEMEYELİM…

Bir gün önce Tiflis’e yaptığım ziyaret sırasında yaşadığım bazı sorunlar nedeniyle epeyce yakınmış, Tiflis ve komşu Gürcü halkına yönelik bir eleştiri notu yazmıştım.

Gürcistan sınırından Türkiye’ye geçer geçmez bizi ilk karşılayan, yol kenarlarında, özellikle köy ve kasaba çevrelerinde, subaşlarındaki çöp yığınları, sağa sola atılmış naylon torbalar, sigara paketleri, pet şişeler, ambalaj artıkları oldu.

 

Dün sabah otobüsle yaptığımız Tiflis gezisinde karşılaştığım o görkemli binalar, o tertemiz cadde ve bulvarlar, pırıl pırıl parklar ile ülkemde karşıma çıkan kimi görüntüleri karşılaştırdığımda, tarih ve toplumsal bilinç üzerine yeniden düşünmem ve bazı yanlış algılarımı düzeltmem gereği doğdu.

Hele de 2550 metre yükseklikteki Ilgar Dağı Geçidi’nde bulunan beş ayrı yerden kol kalınlığında fışkırarak akan buz gibi, çok lezzetli suların çevresine atılmış çöpler, sağda solda uçuşan naylon torbalar, mide bulandıran görüntü üzerine Tiflis’in, Kura nehrinin ve komşu Gürcistan’ın hakkını yememem gerektiği yargısına vardım.

Tiflis’in ortasından geçen ve şehri ikiye ayıran, şehre ayrı bir güzellik katan, üzerinde mavnaların, gezi botlarının çalıştığı Kura Nehri, Türkiye’de Göle çevresinden doğup Ardahan ovasına can verdikten sonra Kafkas dağlarının arasına girerek o coğrafyayı bir kaneviçe gibi işler; iki tarafı gür çam ormanlarıyla kaplı vadilerde çağıldayarak Tiflis’e kadar uzanır, oradan Azerbaycan’a geçer ve Aras nehri ile birleşerek büyüklüğü Karadeniz’e ulaşmaya çalışan Hazar denizine dökülür.

Kura nehri, aynı zamanda yeryüzünün en engebeli coğrafyalarından olan Kafkasya’da insanlar için 1515 kilometrelik bir yol açmış olur. Aras nehri de daha güneyde benzer bir olanak sağlar. Aras nehrinin Türkiye içindeki kolunun seyrettiği coğrafya daha az engebelidir.

Tarih boyunca Orta Asya ve Uzak Asya’dan koyun sürüleri ve büyükbaş hayvanlarıyla birlikte Batı’ya doğru yürüyen Orta Barbarlık aşamasındaki konar-göçer akıncı boylar (bu göçte ormanların kesilmesinin ve yoğun koyun otlatmasının neden olduğu kuraklık etken olmuştur; 3 ABD başkanına Asya danışmanlığını yapmış Frederick Starr’ın konuya oldukça çözümleyici bir bakışla ışık tutmuş Kayıp Aydınlanma adlı kitabı mutlaka okunmalı) Hazar’ın güneyindeki Horasan’dan ve Kuzeyindeki Kafkaslar’dan Kura ve Aras boyunca akarak Anadolu’ya ve Doğu Avrupa’ya geçtiler.

Kura nehri, bir yüz yıl öncesine kadar Türklerin, Gürcülerin, Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların, Rusların, savaş karşıtı Malakanların, bölgeye farklı amaçlarla gelmiş Alman kavimlerin ve İran-Safevi etkisindeki Karapapakların yüz yüze gelip hayatı paylaştıkları bir kültürler karmaşasına tanıklık etmişti. Nenem Seyhat’ın bölgedeki 1915 kışının karışıklığında ve emperyalizmin kışkırttığı halklar kırımında çocuklarını ve kendi canını kurtarabilmek için buz tutmuş Kura nehri boyunca Ardahan Ölçek Köyü’nden ata yurdu Ahıska’ya kadar uzanan, bir çift kara lastik, yırtık yün çoraplarla, önündeki öküzün sırtındaki hurcun bir gözünde oğlu İsfendiyar, bir gözünde kızı Sultan, kucağında yeni doğmuş bebesi ile yaptığı o kahırlı yolculukla ilgili anlattıkları hep kulağımdadır.

Doğu’dan Batı’ya yürüyen, yüzyıllar sürmüş kavimler göçü sınasında, Kura havzası birçok halkın sözlü kültürüne işledi, bilincinin derinliklerinde yer etti…

Hazar güneyinden, Horasan ve çevre coğrafyalardan Batı’ya geçen boylar yeryüzünün ilk yerleşik toplumunu kurmuş Mezopotamya’dan yukarı taşan tefeci bezirgân kültürle karşılaştılar. Arap uygarlıklarıyla karşılaşan ve çoğunlukla kılıç zoruyla pagan dinlerden İslamiyet’e geçen Türk boyları, Abbasi dönemi ve sonrasında bölge coğrafyasında çok etkili oldular… Bu boylardan olan Kayı Boyu’nun kurduğu devlet, Anadolu ve Uremeli topraklarını “Beytülmal”, yani ortak mülk kılarak hangi dinden, hangi dilden olursa olsun, miras hakkı bulunmaksızın belli sayıda akıncı atlı beslemesi karşılığında kullanıcısına armağan etmişti.

Anadolu ve Urumeli’ni göç etmiş Türk boylarının yaşam biçiminde Alevilik inancı öne çıktı. Başka bir deyişle Şaman gelenekli Türk boyları, kendi yaşam anlayışlarıyla İslamiyet’i Alevilik inancı biçiminde sentezledi, yaşama geçirdi.

Kuzeyden yürüyen boylar yerleşik toplumların bezirgân medeniyetlerine daha uzak kalmışlardı. İnançlar bakımından da kuzey bölgesinde pagan dinler ve Hıristiyanlık daha yaygın idi. Fatih dönemine kadar bölgedeki Türkler, burada hâkim olan Atabek Beyliği de Hıristiyan idi. Kuzeydoğu Anadolu’da birçok kilise, manastır ve şapel kalıntısı bulunur.

Yavuz Sultan Selim döneminden sonra Anadolu’da Sünnilik inancı egemen duruma geçti. Devşirmelerle iş görmeyi yeğleyen Osmanlı sarayı, kendi kurucusu Türk boylarının Alevi inancına karşı bir tutum izlemeye başladı.

Bu karmaşık ilişkiler arasında insanın kandaş toplum geleneklerini, dayanışmacı ruhunu, Orta Çağ’ın diri kalmış barbar geleneklerini yıpratan, onun yerine toplumu umursamayan, kendini ve çevresini düşünen bir anlayış ortaya çıktı. Henry Lewis Morgan’ın Ancient Society adlı yapıtında basamaklandırdığı toplumsal dizge, Mark, Engels ve Darwin için de önemli bir kaynak olmuştu. Morgan’ın anısına saygı için Engels, Marks’ın vasiyeti üzerine Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni adlı yapıtı kaleme almıştır.

Dr. Hikmet’in Tarih Devrim Sosyalizm’inde ise çağımıza iyice yakınlaşır, elimize kendi özgün yapımızı çözecek bir anahtar almış oluruz; onun yazdıkları, sunduğu olanaklar ile Anadolu ve Kuzey Anadolu üzerine bir kez daha düşünmek gerekir.

Tiflis’in bezirgân uygarlıklardan uzak kalıp Orta Barbarlık’tan yerleşik topluma geçmiş halkların ruhunu yansıtan o görkemli yapısı, kavimlerin o coğrafyalardan gelip geçişini selamlıyor; Rus’undan Alman’ına, Roma kökenli Rum’undan Gürcü’süne, Sovyet dönemine kadar birçok mimari tarzı bir arada kucaklıyor…

Kandaş toplum geleneklerini ve dayanışmacı özünü belli ölçüde muhafaza etmiş milletlerin ruhunu yansıtan mimarisi, temiz toplum olabilme özü ile kendinden başkasını çok da önemsemeyen, derebeyliği, yalanı, ikiyüzlülüğü kışkırtan yerleşik medeniyetlerin, Arap kültüründe üste çıkmış bencilliği, birbirine iyice yakınlaştığı Posof’un Ilgar Geçidi’ndeki çöplerde karşı karşıya gelmiş gibidir.

Kurtuluş Savaşı sonrası Ankara’da inşa edilmiş birçok yapıda, Kars’ta, Ardahan’da kendini koruyabilmiş az sayıdaki yapıda bezirgân uygarlıklar yerine insan emeğini kutsayan o görkemli duruşu görür gibi oluyorum.

Bir de bugünkü çalkap mantığıyla insana zindan duruma getirilmiş büyük şehirlere bir bakalım…  Bu mantık, para karşılığı gelişmiş ülkelerden gelen zehirli çöpleri de ülke topraklarına attırmayı, altın arayan yabancı-yerli parabalarına toprağını, suyunu zehirletmeyi, insanını milyonlarca ton toprağın altına katmayı da “fitratının” gereği olarak görüyor.

Hangi mantığın, insanın içinde yaşadığı toplumu umursamaz ve başkasına saygı duymaz anlayışına kaynaklık ettiği üzerine iyi düşünmeli ve bu mantıkla, bu anlayışla mücadele etmeliyiz. Anadolu ve Urumeli topraklarına asalak bir zümre olarak yapışmış bezirgân anlayışına, yalana son vermeden çevremizdeki çöplerden ve çöplüklerden de kurtulamayacağız gibi geliyor.

Sonuç olarak, Gürcü insanının kabalığı, konukseverlikten uzak yaklaşımına karşın, Tiflis’in Viyana gibi, Kiev gibi birçok tarihi kenti çok gerilerde bırakan o görkemli yapısı mutlaka görülmeli… Kura’nın ve Tiflis’in hakkı yenmemeli.

Gününüz aydın olsun değerli dostlar…

 

19 Haziran 2024, Alper Akçam

 

About Post Author