Kitabın adı üzerinde konuşmuştuk… Önerileri arasında en çok “Kafdağı’nın Ardı”nı beğenmiştim… İlk baskıyı, “Benim yüreğim, beynim, canım oğlum Alper’e çocukluğumu armağan ediyorum,” diye imzalamıştı.
“Kafdağı’nın Ardı,” son yapıtı oldu. Doğum tarihinin belirsizliklerinden, hayal meyal anımsadığı çocukluk günlerden başlayarak hayatını bir baştan yeniden gözden geçirdiği, yaşanmış gerçeklikle yazın işçiliğinin, zaman zaman hayal dünyasının da karıştığı kurgulamaların da işin içine girdiği bir son ses gibi oldu…
Babam Dursun Akçam’ı ve onun Köy Enstitülü yazar arkadaşlarını daha yakından, daha farklı yönleriyle görebilmem, onlarda olduğunu zaten bildiğim bir şeyleri adlandırabilmem ve yapıtlarını çözümlerken kendimi daha yetkin duyumsamaya başlayabilmem, etkin hekimlik yıllarımı noktalayıp edebiyatın kuramsal dünyasına dalmamla mümkün oldu. Özellikle Rönesans ile halk kültürünün gülmece gücü ve grotesk yanı (tuhaflıkların, karşıtlıkların birliği diye kabaca adlandırabiliriz) arasındaki ilişkileri görünür kılan Mihail Bahtin’in yapıtları (Rabelais ve Dünyası başta olmak üzere), Octavio Paz’ın Latin kültürü üzerine yaptığı çalışmalar, Brezilyalı Paulo Freire’nin “Ezilenlerin Pedagojisi” gibi yapıtlar, benim için yaşam ve yazın dünyasının bir arada görülebildiği kırk odanın kapılarını açan birer anahtar oldular…
Dursun Akçam ile çok Ardahan yolculukları yaptım, öğretmen toplantılarına katıldım, 1969 yılındaki, yöneticisi olduğu TÖS’ün (Türkiye Öğretmenler Sendikası) yürüttüğü o şanlı “boykot” hareketi sırasında Demirtepe’deki TÖS binasına gidip geldim… Orası bir “harekât merkezi” gibi işliyordu… Köy Enstitülü öğretmenler eğitimin yetiştikleri gibi bir “özgürleşme eylemi” olmasını, çalışma koşullarının iyileştirilmesini istiyorlardı.
Almanya dönüşünden sonra (12 Eylül faşizminden kaçıp sığındığı on bir yıllık süreç bitimi) çok sık bir araya geldik. Ölçek köyünde dedemizin evinin yerinde benim öncülüğüm, annem Perihan Akçam’ın emeğiyle yaptırdığımız evde, on yıl, her yıl buluştuk, 15-20 günü birlikte geçirdik. Son yıllarda ben de artık bir edebiyatçı sayılıyordum, uzun uzun sohbetler ettik…
Dursun Akçam’ı sonsuzluğa uğurladıktan sonra kardeşler olarak kurduğumuz vakfın başkanı olarak Ardahan’da Kültürevi yapımına öncülük ettim; sevgili öğrencisi Cevdet Şentürk’ün düşüncesi, zamanın Çevre ve Orman Müdürü, daha sonra Ardahan Belediye Başkanı olacak Faruk Köksoy’un büyük çabası ile “Dursun Akçam Ormanı” oluşturuldu. Bu pandemi koşullarına kadar her yıl düzenli olarak “Kültür ve Sanat Günleri” yaptık, Ardahan’da birçok yazarı, sanatçıyı bir araya getirdik, temsili fidan dikimleri, açık oturumlar, düzenledik; orası bir kültür ocağı gibi çalıştı… İstanbul’dan Ardahan’a, Kırıkkale’ye geniş katılımlı anma toplantıları düzenledik.
Dursun Akçam’ın kendi yaşamını bir kez daha gözden geçirdiği “Kafdağı’nın Ardı” adlı yapıtı, onun o renkli ve mücadeleci kişiliğinin nasıl oluştuğunu da adım adım izleyen bir geriye dönüş yolculuğu gibi oldu… Ömrü boyunca doğru bildiğinden şaşmadı, kimseden bir makam, özel bir konum talep etmedi… Devrimci mücadelede hep ön saflarda oldu, “Demokrat Gazetesi” sahipliğini üstlenerek tüm enstitülü arkadaşlarından çok farklı bir konumda sıkıntılar çekti. Defalarca tutuklandı, hapis yattı, ad verilerek hedef gösterildi… 11 yıllık Almanya sürgünü bittikten sonraki dönüşünde de hakkında hiçbir ciddi dava olmadığı halde günlerce emniyetteki bankların üstünde yatırıldı, sorgulandı.
“Kafdağı’nın Ardı,” diğer üç kitabıyla birlikte Literatür Yayınları’nın, sevgili Kenan Kocatürk’ün çabasıyla bir kez daha basıldı, okur önüne çıktı… Bütün büyük kitapçılara dağıtıldı… Bu toprakların canlı tarihini, kültür geçmişini bir kez daha görmek isteyenler, o kitapta bir yazın ustasının yaşamını da okurken çok farklı, çok özgün gerçekler ve duygularla karşılaşacaklar…
Bahtin, edebiyat araştırmaları üzerine kaleme aldığı bir makalesinde kültür ve edebiyat araştırmacılarının bazı konulardaki yavan ve yüzeysel tutumlarına işaret eder. “Yazarların yaratıcılıklarına önemli katkıda bulunan kültürün güçlü dip akıntıları (özellikle aşağı kültüre, halk kültürüne ait olanlar) keşfedilmemiş halde kalır ve bazen araştırmacıların bunlardan hiç haberleri bile olmaz.” (M. Bahtin, Söylem Türleri, s 9)
“Kafdağı’nın Ardı,” değeri yeterince bilinememiş, Köy Enstitülü yazarların gün ışığına çıkardığı o güçlü dip akıntılarına dokunuyor, onların en pervâzısı diyebileceğimiz, Deli Eyüp’ün oğlu Dursun Akçam’ın bir başyapıtı gibi, kültürler ve diller harmanı bir coğrafyanın zengin kültür gerçekliğini dil ustalığı, yazının kurmaca gücü ile buluşturuyor…
“Kafdağı’nın Ardı”ndan gün aydınlıkları olsun…