Bazı insanlar çevreleri tarafından “huysuz” diye tanımlanır… Sık sık kimi sorunları öne sürüp, muhatabı her kimse, onunla tartışır, o konuda bir değişme olmadığı sürece de olay çıkarmayı sürdürür…
“Huysuz” diye tanımlananlardan biri de ben olmalıyım… “Saplantılı” demek de mümkün… Ömrünün neredeyse otuz yılını hangi saatte yatarsa yatsın, gecenin kaçında, hangi yoldan, ya da ivedi bir işten, hatta ameliyattan gelmiş olursa olsun, daha “karga bokunu yemeden” hastane yolunu tutup bir sürü hastanın sabah vizitlerini, günlük ilaçlarını, bakımlarını yaptıktan sonra, saat 08.00 demeden ameliyata girmiş birisi olarak yaşadıktan sonra, ille de şunu da okuyacağım, bunu da okuyacağım, şunu da yazıp okurlarımla paylaşacağım diyen başka bir saplantının içine atılmış, cumartesi, pazar, bayram, yolculuk, uykusuzluk, yorgunluk falan demeden de bu yaşam biçimini sürdürmüş birisi olarak sık sık çevremdeki bazı insanlarla da tartışmak zorunda kalıyorum…
Son çalışmamı Attila İlhan üzerinden yapıyorum… Osmanlı çöküşünden Sovyetlerin dağılmasına ve daha sonrasına kadar toplumsal olayların göbeğinde, eylem olarak olmasa da, düşünerek yer almış ve hemen her konuda fikir beyan etmiş bir şair-yazar-düşünür olarak, benim de kültür geçmişimi, içinde bulunduğum ekonomik-politik ortamı ve bilgi dağarcığımı baştan sona gözden geçirmem için büyük bir olanak sağladı… Romanlarında “kendi biyografilerini yazmış kahramanlar” aracılığıyla tarihi olayları, Kurtuluş Savaşı’ndan Kore Savaşı’na, “Milli Şef” yönetimindeki kırklı yıllara, Demokrat Parti iktidarına, 27 Mayıs’ın gelişinden sonuçlarına, Sovyetlerin dağılışına kadar, “sinematografik” bir derinlikle taşımayı başarmış Attila İlhan, “Hangi Sol”, “Hangi Atatürk”, “Hangi Batı” vb dizisiyle de ideolojik ve kuramsal bakış açısıyla, çok geniş okuma dağarcığıyla düşüncelerini toparlayıp yayınlamış… Dananın kuyruğu daha çok da bu son bölümde koptu zaten. “Türkiye’de demokratik devrim tamamlanmıştır” tezinden, “Köy Enstitüleri, Batı hayranı Tanzimatçı kafanın, İnönü bürokratik despotluğunun eseridir,” gibi tezlerine kadar, epeyce bir uğraşmam, nesnel gerçekliğin farklı ve onun bilemediği boyutlarını yerine oturtmak zorunda kaldım. Okumalar bitmek üzere… Son olarak bir türlü ele geçiremediğim “Hangi Edebiyat” kalmıştı; kitabın basımı bitmiş, piyasada yok… İzmir’de bir sahafta tek bir tane buldum, on gün kadar önce ısmarladım. Verdikleri kargo şirketi benim kitabı Samsun’a gönderip bana ilgisiz bir şiir kitabı getirdi… Oradaki kitabın geri dönüşü, benim sıcakta gidip postane kuyruğunda elimdekini iade edişimin arkasından günler sonra, aynı kargoyla kitabı bana yeniden getiren kişi, telefonuna cevap alamayınca (buradaki telefon ayrı bir hikâye, üç yıldır beni akıl hastası yapmak için uğraşıyor), almış başını geri gitmiş… Burada 96 komşum var, site görevlileri var, kime dese atar bir imza, alır kitabımı… Hep de öyle oluyor zaten. Bu kargo görevlisi (‘Sendeo Kargo’ymuş, yeni çıktı) vatandaşı sonradan cevapsız çağrısını görüp aradım. “Senin kargo Bergama’daki dağıtım merkezine gidiyor, pazartesi alırsın” dedi… Bergama 40 km., gidiş geliş nereden baksan 100 TL, zaman kaybı da ayrı… Ben Pazar günü Kars’a uçuyorum ayrıca… Gel de bu vatandaşa bağırıp çağırma…
Vodafon denen firma ise (çoğu öyle değil mi?) müşterisini, hizmet verip dünya kadar parasını aldığı kişiyi, sinek boku yerine bile koymuyor… Uygar bir ülkede yaşamadığımızı en çok da oradan anlıyoruz. Memleketi yönetenler de, piyasada yer tutmuş, hepsi de iyi paralar kazanan büyük firmalar da, üreticiyi de, tüketiciyi de sağmal inek gözüyle görüp “daha çok nasıl parasını kaparım”dan başka bir politika kurmuyorlar… Hadi şimdi beni mahkemeye versin bu Vodafon denen firma da bir kapışalım yargıç karşısında (orası da başka bir âlem oldu ya günümüz Türkiyesi’nde)… En çok ağrıma giden şey de şu “taahhüt borcu” ödemeleri… Kafanız kızıp o GSM firmasından ayrılmaya çalıştığınızda “şu kadar daha taahhütünüz var” diyerek yüklü faturalar sürüyorlar önünüze, arkasından icralar, bilmem neler. Geçen yıl başkasında bulunan ve hiç kullanılmayan bir telefon numaram için “kapatıyorum” dedikten sonra da aylarca para kestiler benden.
Şu an binlerce kişinin yaşadığı bir koyda, Çandarlı’dayım. En az kırk kere telefon ettim, e postalar yazdım, “Şikâyetim Var” ile bunları yayınlattım. Bu firmadan bir tek Allah’ın kulu bana “yardımcı olalım” demedi… Hepsi kayıtlarda var zaten; bin dereden su getirerek ulaşabiliyorsunuz zaten; araştırıyorlarmış ve gereğini yapıyorlarmış! Gel sen benim külahıma anlat… Ne telefonla konuşabiliyorum, ne internete bağlanabiliyorum. Balkonlarda bağıra çağıra konuşmaktan komşulardan gizli saklı bir şeyim kalmadı; yine de kimseyle anlaşabildiğim yok… Hırsımdan telefonumu yere çarpıp kırasım geliyor kimi zaman…
Gel de şimdi huysuz olma, gel de bu insanlara bağırıp çağırma…
Şu huysuzluk, bulaşıcı bir hastalık gibi yayılsa ortalığa diyorum. Hep birlikte huysuz olsak, kalksak, doğrulsak o soyulduğumuz, o sinek boku bile sayılmadığımız yerlerimizden, tutsak yakalarından bu beyzadelerin, ulan emek benim, para benim, kazanan sen, beni sıkıntıda yaşatan sen, ne hakkın var buna deyip tükürsek suratlarına…
Huysuzluğun, olumsuzluğun daha az yaşandığı bir ülke kursak, ha…
Ne diyorsunuz?
Ulan ben senin gibi firmanın da, senin gibi sorumsuz insanın da…
Bütün bu olup bitenlerden, hayatının zehirlenmesinden sonra, inek gibi yatanın da…