BEN BİR ÖĞRETMEN ÇOCUĞUYUM…

BEN BİR ÖĞRETMEN ÇOCUĞUYUM…

Ben bir öğretmen çocuğuyum.
Benim yaşam hikâyem, aydınlıkla karanlığın, iyilikle kötülüğün, doğrulukla sahtekârlığın, emek vererek geçinmeyle alıp satarak köşeyi dönen bezirgânlığın, “öteki” için yüreğini kardeşçe duygularla açma, bedelsiz ve beklentisiz sevme ile hayatı ve insanı yalnız kendi çıkarı için kullanan ikiyüzlülüğün mücadelesinin de hikâyesidir…

Benim yaşamım sürekli bir öğrenme hikâyesidir en başta… İki güzel öğretmenden armağandır…
Ardahan Ölçek köyünde on üç doğum yapıp, altısını yaşatabilmiş, 20. yüzyılın başında emperyalizmin kana ve işgale uğrattığı Güneybatı Kafkasya’da kendisi kara lastik içinde yırtık çoraplı, yalın ayak bir çocuğu öküz hurcunda, yeni doğurduğu bebesi kucağında karlı buzlu Kür derelerinde düşmandan kaçmış, büyük acılar çekmiş Kürt Naze’nin kızı Seyhat’la, Ahıska göçmeni, her türlü korkuya, düşmanca davranışa karşı pervasızca davrandığı, efkâr bastıkça herkesin derin uykularda olduğu uzun gecelerde elini kulağına atıp türküler söylediği için “deli” diye anılmış Eyüp’ün dördüncü çocuğu Dursun’la, Kurtuluş Savaşı’nda binbaşı rütbesi ile çarpışırken 26 Ağustos gecesi yaşanan bir karmaşadan sonra Sinop cezaevine atılmış, aftan sonra bireyi olduğu Bekdik ailesine, Boğazdaki yalılarına dönmeyip köy öğretmenliği istemiş, Hanak’ta yoksul Türkmen köylülerini koruduğu ve sömürülmelerine karşı çıktığı için evini kurşunlatan zorba ağalardan korunabilmek ve yalnızlığından kurtulabilmek için Orta Hanak’tan Kayaların kızı Selvi ile evlenmiş, Artvin tapu müdürü iken Hanak’ta ailesini izin almadan ziyarete geldiği bir kara kış günü zatürreden ölmüş, “müstafi” addedilerek beş parasız Hanak’ta gömülmüş Kemal Akıncı’nın (Kemal Bey) yetim kızı Perihan’ın oğluyum.
Dursun, Cılavuz Köy Enstitüsü’ne girebilmek için ilkokul diploması uğruna okulsuz köyünden Ardahan’a, on dört kilometre yolu yırtık çarıklarla yürüyerek başvurduğu Ardahan 23 Şubat İlkokulu kapısından üç kere dilenci diye kovalanmış, kendi direnci ve babalar babası İsmail Hakkı Tonguç’un desteği ile Cılavuz Köy Enstitüsü’ne girmiş…
Perihan, dayı evine sığınmış yetim bir kız çocuğu olarak annesinin karşı çıkmasına karşın Hanak’tan Ardahan’a yirmi kilometreye yakın yolu sırtındaki tahta bavulla geçmiş, Ardahan’da emanet edildiği bir “Postacı amca”yla Yayla Karakolu’nda bir gece konakladıktan sonra Cılavuz’a ulaşmış…
Perihan’la Dursun Cılavuz’da tanışmış, okulları bitince de evlenmişler.
Dursun Akçam’ı 2003 yılında çarıklı ayaklarıyla çıkageldiği Kaf Dağı’nın ardına, bu kez çarıksız uğurladık. Perihan, Ankara Çiğdem Mahallesin’deki evinden seksen dokuza ulaşmış yaşına aldırmadan çıktığı sabah yürüyüşlerinde karşısına çıkan herkese “Günaydın” diyerek yaşam aydınlığını ve hayata ışık içinde bakmayı öğretmek için yaşamını sürdürüyor.
İki yıl kadar önce İstanbul’da beni söyleşiye çağıran Duduna köylüleri anlatmışlardı; “Bizler okumak için annenizin babanızın öğretmen oldukları Ölçek köyüne giderdik; önlüklerimizi anneniz dikerdi. Başımızdaki bitleri de onlar ayıklardı.”
Aldıkları üç kuruş aylıkla Ardahan’dan kireç aldıklarını, okullarını kendi elleriyle badana ettiklerini ve daha birçok şeyi de onların öğrencilerinden öğrendim.
Annem Perihan, Ardahan 23 Şubat İlkokulu’nda üç yıl öğretmenim de oldu. En çok bana ve amcamın kızı Hatice’ye karşı acımasız, çok disiplinli bir öğretmendi. En çok biz ikimizin kulakları çekilirdi. Ardahan’da, Kırıkkale’de, Ankara’da, ilkokuldan çıkıp ortaokulda derse koşardı. Ancak geçinirdik. Evdeki dört çocuğun ve dışarıda mücadele insanı, öğretmen sendikası yöneticisi, yazar Dursun’un yemeği, çamaşırı, bulaşığı, ütüsü, alışverişi onun ellerine bakardı… Ütüsüz, bembeyaz yıkanıp kolalanmış yakalar takmadan göndermezdi bizi okullarımıza.
Dursun hayatı boyunca evine bir tek ekmek dahi almamıştır. Öğretmen sendikalarında, partilerde, kültür etkinliklerinde koştururdu. Akşamları da yanına yemek için birkaç arkadaş takıp geldiği olurdu. Eve, kitap, dergi, gazete ve adalet için kavganın ateşini, sömürüsüz ve sınıfsız bir toplum mücadelesinin heyecanını taşırdı…
Yaz tatillerinde köye giderdik çoğunluk. Babam Dursun’u akşam evlerine davet için sıraya girerdi köylüler. Büyük bir saygıyla karşılarlardı. Kandiller yanar, lüksler parlatılır, bişiler kızartılır, keteler açılırdı. Sonra bitmeyen söyleşiler… Öğrenme açlığı içindeki Ölçek köylüsüyle şiirden siyasete, konuşur, konuşurdu Dursun.
Annemin ve babamın dersleri, öğrencileri bizim yaşamımızın bir parçasıydı. Gece gündüz onların sorunlarıyla ilgilenir, onlara bir şeyler katabilmek için çabalarlardı. Evimizde köyümüzden çıkıp gelmiş konuk öğrenciler eksik olmazdı. Yatılı kalacakları bir yurt bulununcaya, bir akraba evine yerleştirilinceye kadar…
Olmadık şeyler geldi başımıza tüm yaşamımız boyunca. 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerinin, “Milliyetçi Cephe” militanlarının, açık ve gizli faşist güçlerin aranacak, zulme uğratılacak adreslerinin en başında Akçamların oturduğu ev yer alırdı. 17 yaşında, Tıbbiye ikinci sınıf öğrencisi Alper’in Kızılay’da “ABD Emperyalizmine Karşı İşçi Köylü Gençlik El Ele” diye afiş asarken yakalanıp falakalara yatırıldıktan sonra tutuklanıp atıldığı cezaevi kapısından daha sonra Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) yöneticisi baba Dursun, arkasından diğer erkek kardeşler girecek, Ankara emniyetinde üç ay işkenceler gördükten ve komada Numune hastanelerine götürüldükten sonra Mamak cezaevinde 9 yıl yatan Cahit hepsini utandıracaktı.
Kendilerini milliyetçi, bizleri vatan haini sanan, özünde CİA’nın örgütlediği karşı devrimci, karanlıkçı, ortaçağa giden bir yolda gözünü kırpmadan aydınları öldürenlerin listesinde de Akçamlar hep en başlarda yer aldı. Cebeci’de oturduğumuz ev biz taşındıktan sonra da iki kere bombalandı. Kendi adıma, hiç kimseye, şahsıma yönelik bir saldırı olmadıkça fiske vurmadığım ve kötülüğünü istemediğim, karşıma çıkan her insana sevgiyle yaklaştığım, bana gelmiş her hastaya siyasi düşüncesine, yoksul ya da zengin olduğuna filan aldırmadan yardım ettiğim, gereğinde kanımı verdiğim halde en az üç kez, beni öldürmekle görevlendirilmiş namlu ve bıçaklarla burun buruna geldim. Çalıştığım hastanelerde olağanüstü bir özveriyle geceli gündüzlü çevreme bir şeyler katmaya çalışırken açığa alındığım, sürüldüm; ciğeri beş para etmez, bir çıkarı olmadan yaralı parmağa işemeyecek kadar vicdansız doktor yöneticilerin yanına mitten, itten, bitten görevliler gelip beni sorarlar, izlediklerini belli ederlerdi. O yöneticiler de büyük bir cakayla anlatırdı hakkımda söylenenleri.
Dursun Akçam’ın sonsuzluğa göçüşünden sonra Ölçek köyüne gittim. Köydeki ilkokula onun kitaplarından bir takım armağan ettim. Dursun’la Perihan yüzlerce yoksul çocuğa iki öğretmen olarak yardımcı olmaya çalışmışlardı. 2003 Ekim ayında köyün nüfusu azalmış, öğretmen sayısı ona yaklaşmıştı. Hiçbir öğretmende ve masalarda gazete, kitap yoktu. İki öğretmenin cebinde “foto maç” duruyordu, biri de “loto” dolduruyordu. Yıllar sonra okula yeniden gittiğimde, bıraktığım kitapların da yok olduğunu gördüm.
Bir gidişimde, Ardahan’da Dursun Akçam anısına yaptırdığımız Kültürevi’nde öğrenciler sıraya girmişti… Merak edip sordum görevliye. “Ödev basıyoruz hocam” dedi Kültürevi çalışanı. “Yazıcıdan çıkan şey nasıl ödev olur; öğretmenler kabul eder mi?” diye sordum. Öğretmenler özellikle öyle istiyormuş meğer! İnternet sayfalarından bulunan yanıtlar hiç okunmadan götürülüp öğretmene teslim ediliyor; görevler yerine getirilmiş oluyordu!
Milli Eğitim atama listesinde en başta ve açık arayla “Din Bilgisi ve Ahlâk” öğretmenliği yer alıyor. Bütün okul yöneticileri de onların arasından seçiliyor. İnsanı insan yapan müzik, resim, felsefe gibi derslere ve eğitimde sanata ayrılan yer giderek yok oluyor. Ve böylesi bir eğitimin sonucu, ülkemizde her türlü ahlâksızlık, kadına yönelik şiddet, çocuk istismarları, hastanelerde çocuk yaşta annelerin yaptığı kaçak doğumlar rekor üstüne rekor kırıyor. CİA, MOSSAD destekli cihatçı örgütler, FETÖ ihanetleri de kendisine kolayca taban ediniyor. Atanamayan öğretmenlerin sayısı yüzbinlere varmış; boğaz tokluğuna farklı işlerde çalışanlar var… İş güvenliğinden yoksun, sendikasız, sigortasız sömürülen insanlarımız arasına öğretmenlerimiz de katılıyor artık. Halkın geçim kaynağı fabrikalar kapatılıyor, ormanlar kesilip saraylar yapılıyor bir yandan; milyar dolarlık özel uçaklar alınıyor, lüksten, şatafattan, kibirden, zorbalık gösterilerinden geçilmiyor…
Öğretmenler günü üzerine konuşma yapmak üzere çağrıldığım her 24 Kasım’da bunları düşünürüm ben.
Eli öpülesi öğretmenlerimiz… Haydi, gelin el ele verelim, seslerimizi, ışıklarımızı birleştirelim… 24 Kasım da, 5 Ekim de kutlu olsun… Yeter ki Mustafa Kemallerden armağan bu Cumhuriyet payidar kalsın…

Yeter ki, yüreklerimiz aydınlık, alnımız ak; özgürlük, eşitlik, kardeşlik, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya için verdiğimiz mücadelede ekmeklerimiz helal olsun…

 

 

About Post Author