Türkiye, yalnızca yer yapısı olarak değil, toplumsal yapısı ile de bir depremler kuşağı üzerinde bulunmaktadır. Birilerinin bir yerlerden bulup buluşturduğu “Jeopolitik” sözcüğü tam da yerine oturmuş gibidir…
Üzerinde yaşadığımız yurt topraklarının derin katmanlarında meydana gelen sarsıntılar yaşadığımız yapılarda önemli yıkımlara yol açıp son Maraş-Hatay örneğinde olduğu gibi on binlerce insanımızın birden ölmesine neden olurken, kültürel alanda yaşanan depremler de yaşam kalitemizi bozmaya, yaşam olanaklarımızı azaltmaya ve yaşam sevincimizi yok etmeye doğru götürüyor bizleri…
Anadolu ve Urumeli toprakları, yüzlerce, binlerce yıldır farklı kavim ve boyların, halkların, sonrasında oluşmuş milletlerin yan yana yaşadığı, kültürlerin buluştuğu, kaynaştığı bir coğrafya olmasının yanında emperyalizm çağında ortaya çıkan kimi çıkar çatışmaları ile acı felaketlere yol açmış bir yeryüzü parçasıdır… Yıkımlar ve depremler halen devam ediyor. Milyonlarca yıl sürmüş insan türünün yaşam tarihi içinde bir nokta bile sayılamayacak olsa da, Türkiye’de son yüz yılda yaşanan değişimler yüzlerce depremin yol açtığı büyük yıkımları andırır bir sonuç doğurmuş gibidir.
Ülkemizin yüz yıl gerisine doğru bir göz attığımızda, Batı’daki gelişmiş toplumların, ekonomik ve siyasi yayılma hırslarıyla, sömürgeleştirme politikalarıyla, bir emperyalist saldırganlık ile bizim coğrafyamıza hücum etmiş olduklarını görürüz. Bu saldırı, 1. emperyalist paylaşım savaşında bir yanda yer alma ve bundan kazanç sağlama düşüncesinin bedeli olarak yaşanmış gibidir. Alman emperyalizminin yayılmacı politikasına, İttihat Terakki lideri Enver Paşa’nın öz amcası Halil Paşa tarafından bir Alman Oyunu olarak nitelendirilmiş “Turan” hayali ile girilmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş topraklar kaybından, Sarıkamış’ta doksan bir yurt evladının kar ve bu altında dondurulmasına, İngiliz emperyalizmi ve ortaklarının Çanakkale Boğazını geçebilmek için tüm güçleriyle bu bölgeye yüklenmesine kadar birçok büyük yıkıma yol açmıştı.
Çanakkale Savaşı’nda, yurt savunması için bir tıbbiye sınıfının tümden yok olması pahasına katılan genç subaylar, orada Yemen çöllerinden Kuzey Afrika bozkırlarına, Kafkas Dağları’na, Zağros Dağları kadar onlarca yıldır birlikte savaştıkları Anadolu ve Urumeli köylüsü ile daha yeni tanışmış gibi bir değişim içine girmişlerdir. Doğu Avrupa ve Balkanlar’da yayılmaya başlanmış kimi düşünce akımları ve Batı’da Fransız Devrimi sonrası “Hürriyet, Eşitlik, Kardeşlik” parolasıyla ortaya çıkmış yeni toplum biçimi, Payitaht’ın iktidarını sağlama almak için uzaklara atamayı yeğlediği genç subayların da çok ilgisini çekmiş ve Türkiye topraklarında bu düşünce sistemlerinin geçerli olacağı bir yeni yaşam biçimi kurma hayalleri doğurmuştu. Bu hayali gerçekleştirme için de bir olanak çıkmış gibiydi. Bu olanağın öznesi ve mücadele ortağı, omuz omuza savaştıkları Anadolu’nun konargöçer gelenekli yiğit köylü gençleri olacaktır… Arıburnu’nda 25 Haziran 1915 tarihinde Anzak birliklerini durdurarak Albay rütbesini takmış Mustafa Kemal ile Kerevizdere’de Binbaşı olmuş Saffet Arıkan, Çanakkale Savaşı’ndan on sekiz yıl sonra, Cumhuriyet ilanının üzerinden de on üç yıl sonra kurulmuş Eğitmen Kursları’nda köylü çocukları ile yeni bir güç birliği yoluna girmişlerdi.
Cumhuriyet, aradan geçmiş onca yıla karşın eğitim sorununa köklü bir çözüm bulamamıştı. Halk katmanları içinde %80lik bir yer tutan köylü zümresinin %90’dan fazlası okuryazar değildi. Gâzi Mustafa Kemal’in bu alanda hiçbir deneyimi olmamasına karşın Maarif Vekilliği ile görevlendirdiği silah arkadaşı Saffet Arıkan’ın bir Balkan köylüsü olan İsmail Hakkı Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne vekâleten atanmasıyla birlikte Türkiye’de adeta bir kültür devrimi girişimi başlayacak, Eğitmen Kursları’nı izleyen Köy Enstitüleri ile de Anadolu halk kültürü üzerindeki yüzlerce yıllık kül ve toprak atılarak bu zengin ve çoğul kültürün yeniden gün yüzüne çıkması sağlanacaktır. Bu değişimi, bir Anadolu Rönesansı girişimi olarak adlandırmak çok da yanlış olmayacaktır.
Türkiye kültür depremlerinin en önemli kısmı, Köy Enstitüleri’nin verdiği 17.0341 mezunu arasından bir kısmının adları ansiklopedilere geçmiş 300 yazar ve şair, yirmi kadarı üniversitelerin güzel sanatlar bölümü kurucu profesörleri olacak 400 dolayında resim ve plastik sanat insanı olacak Rönesans’ın öznesini oluşturan bu köylü zümresi üzerinde yaşanacaktır.
Anadolu’da bir Rönesans için temel kitle olarak ortaya çıkmış ve bu doğrultuda epeyce yol alınmasını sağlamış olan köylülük, Batı’nın “Gelişme” zembereğini oluşturmuş Geniş Yeniden Üretim için bir ayak bağıdır aslında…
Köylülük, kapitalizmin siyasi iktidara egemen olmasını sağlayan 1789 Fransız Burjuva Devrimi’nin ve Avrupa’daki diğer burjuva hareketlerinin önemli bir yedek gücü olmakla birlikte kapitalist gelişmeye çok da uygun olmayan kapalı bir ekonomik sistem içinde yaşamaktadır.
7 Aralık 1979 tarihinde çarpraz ateşe alınarak öldürülmüş, “Toplumsal Gelişme” ve köylülük üzerine önemli çalışmaları bulunan, aynı zamanda İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Bölüm Başkanı olan Cavit Orhan Tütengil’in çalışmaları üzerinden bu gelişme ve değişme kolayca izlenebilmektedir.
Cavit Orhan Tütengil’in Cumhuriyet Kitapları arasında çıkan “Memleket Saat Ayarı” adlı yapıtında yer alan “Milli Savunma Bakanlığı Araştırma Geliştirme Başkanlığı”na ait “Rapor Arşivi Biyografisi” çok anlamlı bilgiler içermektedir. Çoğunluğu Princeton Üniversitesi öğretim üyelerinin oluşturduğu kalabalık bir ABDli uzman tarafından hazırlanan ve Eğitmen Kursları’nın da başladığı1936 yılında iktidara sunulan raporda, Türkiye köylüsüne kendisinin kullanmadığı afyon ekimi önerilmekte, hatta Sümerbank tarafından bir morfin fabrikası kurulmasının yerinde olacağı bildirilmektedir! Daha sonraki yıllarda afyon ekiminin yanında tütün ekimini bile yasaklamaya yönelecek olan ABD politikaları ile karşılaştırıldığında, ABDli uzmanların bu önerisi ilginç bir karşıtlık oluşturmaktadır.
Dünya’da milyonlarca insanın ölümüne yol açmış 2. Dünya Savaşı’ndan sonra (ki bu savaş Alman kapitalizmi ve emperyalizminin diğer emperyalist ülkelere karşı açtığı bir rekabet kavgasının ürünüdür) kültürel alanda bazı taşlar yerinden oynamaya başlayacak, Orta Doğu’da, Kuzey Afrika’da ve Yakın Asya’da İngiliz ve Fransız emperyalizminin yerini alacak olan ABD emperyalizmi ve onun temsilcilerinin dünyanın gelişmemiş diyebileceğimiz bölgelerine bakış açısı değişmeye başlayacaktır.
Bu “gelişmemiş” dünya, kapitalist geniş yeniden üretim sıçramasını yakalayamamış, bu alana geç kalmış ve geniş köylü yığınlarının kapalı bir ekonomik alanda yaşadığı dünya coğrafyalarıdır.
Batı’nın “gelişmişlik” boyutu içinde yoksul köylü yığınlarının kapitalizmin gelişmesi süreci içinde proleterleşmesi, üretim araçlarından koparak ucuz işgücü kaynağı olması hikâyesi de yer almıştı. Emperyalist çağda, bu proletarya içinde, henüz köylülüğün ağır bastığı, hammadde kaynağı olarak kullanılan “gelişmemiş” ülke kaynaklarından aktarılan artı değerle Batı’da yaşam koşulları hiç de fena sayılmayacak bir “işçi aristokrasisi” de ortaya çıkacaktır…
“Gelişmemiş” coğrafyalarda, gelişmenin önünde bir engel olarak görülen (ki en hümanist bakış açılarıyla olaya yaklaşan gelişmemiş ülke aydınları tarafından da bu saptama yapılmıştır) köylülüğün kapalı ekonomisi kapitalizm tarafından yıkıldığında ise muazzam bir işsizler ordusu ile bir lümpenleşme eğilimi başlayacaktır. Kırsal bölgelerden şehir çevrelerine akın edecek olan bu kesimleri, şehir çevrelerinde emperyalist metropollerde planlanan, inanç sistemleri üzerinden harekete geçen cemaat ve tarikat örgütlenmeleri beklemektedir.
Bugün artık “gelişme” denen o modernist kavram yerine insancıl ve doğadan yana olabilmeyi kendimize daha yakın buluyor ve çok daha iyi görüyoruz ki, köy, arkaik bir gelenektir aynı zamanda, tarihtir, tarihin buluştuğu coğrafyadır; çok uzun bir insanlık hikâyesidir…
Cavit Orhan Tütengil’in deyimiyle, “Köyler tarihçe içinde 10.000 yıllık bir geçmişi olan bir akrabalık zümresi, bir sosyal birlik olarak toprak verimliliği ve suya yakınlık, savunma kolaylığı gibi özelliklerin oluşturduğu, tarımı ve hayvancılığı geçim kaynağı ve yaşam biçimi olarak seçmiş birer yerleşim birimiydi…” (Türkiye’de Köy Sorunu, s 29)
Bu köylü zümresi içinde, diyalektik tarihçiliğe temel oluşturmuş ve Engels’in de Ailenin Özel Mülkiyetin Devletin Kökeni’nde hareket noktası ve en önemli başvuru kaynağı olarak kullandığı (Engels, Morgan’ın yapıtını büyük bir beğeni ile karşılamış olan Marks’ın vasiyeti üzerine bu yapıtı kaleme almıştır) Henry Lewis Morgan’ın Ancient Society (Eski Toplum) adlı yapıtında bulduğumuz, diyalektik bir tarihçilikle tanımlanan, on binlerce yıl sürmüş, kandaş sınıfsız toplumdan yerleşim medeniyetlere kadar yürüyen antropolojik gelişmelerin işaretleri yanında, sonrasındaki kapitalist çağı da kapsayacak biçimde çok uzan bir insanlık tarihi hikâyesinin tüm izlerini bulabilmek mümkündür…
Bugün ise, emperyalist sistemin iyiden iyiye kol gezdiği Orta Doğu, Batı Asya ve Kuzey Afrika’da köy yerleşimi diye bir şey neredeyse kalmamış gibidir…
Cavit Orhan Tütengil’in bilim temellerine, somut gerçeklere dayanan o hummalı sosyolojik çabası, bize insanın insan üzerinde oynadığı oyuna ait önemli ipuçları da sunuyor…
1969 yılında yayınlanmış “Sosyal İlimlerde Araştırma ve Metod” adlı kitabında İstatistik Yöntemi hakkında bilgi verirken ele aldığı ABD’li sosyologlar George ve Barbara Helling’in resmi istatistikler aracılığıyla hazırladıkları, İngilizce basılan ve daha sonra İstatistik Genel Müdürlüğü tarafından çevirisi yapılıp İ. Ü. İktisat Fakültesi yayınları arasında çıkan “Sosyolojik ve İstatistiki Bakımdan Türkiye’de Köy” (İstanbul 1958) çalışmalarında şöyle bir yorum yer alır. “(…) zirai istihsali artırmak için köye makine ve ticari zihniyet sokulmalı ve köylünün yaşama tarzı değiştirilmelidir. (…) ziraatte vuku sulan bu değişiklikle şehre doğru büyük bir hicret hareketi başlar. Bu hareketin sanayileşmeye, eğitime ve şimdiye kadar iki sınıflı bir topluluk olan Türkiye’nin baştan aşağı demokratik bir hale gelmesine muazzam tesirleri olacaktır.” (Cavit Orhan Tütengil, Sosyal İlimlerde Araştırma ve Metod, s 60-61) Cavit Orhan hoca bir bilim insanı olarak bu bakış açısının bazı tartışmaları da birlikte getirdiğinden söz etmekle birlikte, siyasi bir yorum eklemez ama ABD’li araştırmacıların “baştan aşağı demokrasi”den ne anladıkları çok açıktır. Türkiye köyü, yüz yılı bile bulmayan bir süreç içinde, üretmekten çok tüketmeye doğru evrilen ve kapitalist-emperyalist sistem karşısında savunmasız kalmış bir pazar durumuna gelmiştir…
Cavit Orhan Tütengil’in1948 yılında kaleme aldığı “Köy Enstitüleri Üzerine Notlar”da da başkaca çok ilginç sosyolojik saptamalar da vardır. Tütengil, köy sorununa yönelirken, Türkiye’de onlarca yıl “milliyetçi”, etnik kökenli bir bakış açısına sahip çevrelerin ideolojik önder olarak seçtikleri Ziya Gökalp’e onun “Türk Harsı” kavramına ilişkin değinilere de yer verir. 1956 yılında yayınlanan “Ziya Gökalp Üstüne Notlar”la başlayan bu değiniler, daha sonra iki kitapla daha sürer. Ziya Gökalp, dinden dile, kadın haklarından toplumsal örgütlenmeye kadar farklı alandaki görüşlerinin bir araya getirdiği “Ziya Gökalp Üstüne Notlar”da, günümüz Türkiye’si için önerdiği birçok değişikliğin temel kaynağı olarak Türklerin tarih içindeki yaşam biçimlerini işaret etmektedir. Bu yaşam biçiminin kaynak kitlesi de köylü zümresidir. “…(Ziya Gökalp), Türklerin asri medeniyete geçmesi için maziye dönüp bakması yeter!” demiştir… (Cavit Orhan Tütengil, Ziya Gökalp Üstüne Notlar, s 38)
Tütengil, 1960lı yılların sonuna yakın yayınlanmış bir yazısında, “Aydınların köye bakışı ve tutumlarının ne olması konusundaki dikkate değer düşünceleri ilk defa Ziya Gökalp’da buluyoruz” der ve Türkçülüğün Esasları’nda yaptığı bir alıntıyla onun “halka doğru gitmek harsa doğru gitmektir, (…) halka doğru gitmenin ikinci vazifesi de halka medeniyet götürmektir” şeklindeki bakış açısına yer verir. (Türkiye’de Köy Sorunu, s 90)
Ziya Gökalp’in sözünü ettiği medeniyet “Garp medeniyeti”dir…
Ziya Gökalp, çiftçiliğin elden bırakılmadan sanayileşmenin sağlanmasının gerektiği görüşündedir… Ziya Gökalp, dini kitapların, vaazların Türkçe yazılıp okunmasından, Ezan’ın da Türkçe seslendirilmesinden yanadır…
Ziya Gökalp’in, onun adına hareket edenlerin ya da onların etkisinde kalarak Ziya Gökalp konusunda düşünce yürütenlerin ileri sürdükleri gibi “ırkçı” bir bakış açısı yoktur. “Milliyette şecere aranmaz, atlarda şecere aramak gerekir” diyerek bu konudaki görüşünü de açıkça dile getirir. (Cavit Orhan Tütengil, Ziya Gökalp Üstüne Notlar, s 77)
Cavit Orhan Tütengil’in Türkiye köylüsünü doğrudan ilgilendiren bir girişim olan Köy Enstitüleri üzerine çalışmasında, bu okulların bizim öz kaynaklarımızı harekete geçiren çok önemli bir atılım olduğu gerçeği vurgulanmıştır. “Maarif hayatımızda hazır elbisecilikten kurtuluş Köy enstitüleri ile başlamıştır. İlk defa topraktan, insandan, memleketten hareket edilmiştir. Mücerret bir hayat anlayışı yerine hakiki hayatın içinden fışkıran, fikir ve iş unsurunu, gerçek hayatta olduğu gibi bir arada bağrına basan, bize has müesseselere imkân verilmiştir.
Gelecek nesiller, Köy Enstitülerine vücut veren ruhtaki bu “bize göre”yi daha iyi fark edeceklerdir.” (Cavit Orhan Tütengil, Köy Enstitüleri Üzerine Düşünceler, s 7)
“İnsanı ‘elsiz’ olarak mütalaa edemeyiz. Kafanın hakkı nasıl düşünmekse el’in hakkı da işlemektir. Fikirle iş arasında kurulacak ilmik kafa ile elin bir arada çalışmasının neticesi olabilir.
Köye öğretmen yetiştirmek için kurulan bir müessese, çiftlik şartları içinde, köy için gerekli bazı el zanaatlarını da bağrına basınca, ağaca öküz çıkmışçasına yadırgandı.” (Cavit Orhan Tütengil, Köy Enstitüleri Üzerine Notlar, s,8)
Cavit Orhan Tütengil’in Köy Enstitüleri’ne bakışı bir bilim insanının analitik bakış açısının derin izlerini taşır.
“Köy Enstitüleri, Türk inkilabının, millet temelinde başlamış olan hayırlı rönesans hareketidir. Türk aydınının vazifesi, bu hayırlı rönesansın üzerine titremek olmalıdır.” Cavit Orhan Tütengil, Köy Enstitüleri Üzerine Notlar, s, 18)
Tütengil’in “Rönesans” diye tanımladığı Köy Enstitüleri’nin ana esin kaynağını da Ziya Gökalp düşüncesi ile buluşturur. “Ziya Gökalp ve arkadaşlarının “Halka doğru” formülüyle ifade ettikleri ‘halka medeniyeti götürmek, halktan harsımızı öğrenmek’ yolundaki gayretleri, sözünü ettiğimiz rönesansın fikir harcıdır.” (Cavit Orhan Tütengil, Köy Enstitüleri Üzerine Notlar, s 19)
Tütengil’e göre, köy sorununun çözümü için, ülkede gerçekleştirilecek sanayileşme yanında kırsal alanda da bir toprak reformu gereklidir… Köyle şehir birlikte ele alınarak bütünlüklü bir bakış açısı sağlanmalıdır. Köy sorununun çözümünde toplu köylerin kurulmasının da yararlı olabileceği görüşündedir. Köylerde şehirlerde bulunan aranan kimi olanakların sağlanması ve tarım kesiminde verimin arttırılması da hedefler arasında olmalıdır. Oysa ki, Türkiye’de köylü kendi kaderine terk edilmiş durumdadır (Cavit Orhan Tütengil, Türkiye’de Köy Sorunu, s 38)
Köy Enstitüleri tek yanlı bir eğitim çabası ile köy kalkınmasının mümkün olamayacağını göstermiş, ancak, köy kaynağından bir uyanış hareketi başlatmış “fikir ve sanat alanında” yerini almış aydınlar yetiştirmiştir. “Zira artık ‘halktan harsi bir terbiye almak için halka doğru’ gitmesi gereken ‘güzideler’e ihtiyaç kalmayacaktır.” (Cavit Orhan Tütengil, Türkiye’de Köy Sorunu, s 94)
Cavit Orhan Tütengil, “Türkiye’de Köy Sorunu” çalışmasında, altmışlı yıllarda yaptığı gözlemlerde oluşmuş düşüncelerini açıklar… Köy okullarında nüfustaki azalma nedeniyle öğrenim maliyeti yükselmesi yanında, köylerdeki ilkokul eğitiminin yararlı bir sonuç doğurmamış olması gerçeği de gözden ırak tutulmamalıdır.
Akçadağ Köy Enstitüsü kurucusu, devrimci eğitimci Şerif Tekben’in 1 Kasım 1961 tarihinde İmece Dergisi’nde yayınlanmış bir araştırması da önemli bir gösterge olarak “Bir İncelemenin Işığında” başlığı ile değerlendirme kapsamına girer. Şerif Tekben’e göre, okulu olan köylerle olmayan köyler arasında yapılan bir araştırmada arada önemli bir fark bulunamamıştır. Okul bitirmiş gençlerde geriye hemen hiçbir bilgi kalmamış, yaşantılarında herhangi bir değişiklik olmamıştır.
Köyde eğitim sorununa ilişkin notları arasında köydeki yaşama ilişkin olarak Dursun Akçam’ın Analar ve Çocuklar (1964) adlı yapıtına da bu düşünceleri doğrulayan bir kaynak olarak, dipnot olarak yer verir… (Türkiye’de Köy Sorunu, s 68)
KÜLTÜR DEPREMİNDE İŞÇİ SINIFI
Ülkemizde kültür alanında yaşanan depremler üzerine bir irdeleme yaparken, ülkedeki köylülük dışındaki çalışan kesimlerin geçtiği toplumsal sürece yakından bakmakta da yarar olacaktır.
Özellikle de sosyalist düşüncenin aydınların ilgisini çektiği yıllarda, Türkiye’de toplumsal değişimlere, olası devrimlere öncülük edebilecek bir işçi sınıfı var mıdır, yok mudur tartışmaları yaşanıyordu. Sınıf üzerinden siyaset yaptığını, sınıf savaşımının ideolojisini yazdığını savlayan birilerine göre, bizde böyle bir sınıfın varlığı çok kuşkuluydu. “İşçi sınıfı, gerçek bir işçi sınıfı olarak, ancak burjuvazi iyice tarih sahnesine yerleşince görünecek: şimdilik köyle ilişkisini koruyan, yani köydeki kadar gerici, dağınık ve bilinçsiz bir gecekondu kalabalığı…” (Attila İlhan, Sokaktaki Adam, s 18)
Attila İlhan’ın1970 yılında yayınlanmış “Hangi Sol”unda “zaten pısırık işçi sınıfı” dediği o sınıf, aynı yıl içinde, 15-16 Haziran’da İstanbul’da öylesine büyük bir isyan başlatmıştı ki, zamanın iktidarı köprüleri kaldırarak, askeri birlikleri sokaklara ve fabrikalara sürerek işçileri durdurabilmişti.
15-16 Haziran olaylarını Ardahan Ölçek Köyü’nde, pilli bir radyodan dinlediğimi anımsıyorum. Aynı yılın 16-20 Mart tarihleri arasında Kızılay’da “ABD Emperyalizmine Karşı İşçi Köylü Gençlik Asker El Ele” yazılı bir afişi asarken yakalanmış, Tıbbiye ikinci sınıf öğrencisi olarak Toplum Polisi Merkezi’nde epeyce bir sıra dayağı ve falakadan geçirildikten sonra dört gün tutuklu kalmış, yaşım henüz on yedi olduğundan sübyan koğuşuna atılmaya çalışılmış ve kimseye tek bir kötü söz bile söylemediğim halde “Memura Mukavemet”ten ceza alarak bu cezanın ömür boyu silinmeyecek bir biçimde sicilime geçmesine de neden olmuştum.
15-16 Haziran olaylarını on sekizine yeni girmiş, kafasında sınıflar meselesini tam yerine oturtamamış ve düşünceleri nedeniyle epeyce sıkıntı çekmiş bir devrimci genç olarak büyük bir heyecan duyarak izlemiştim. Sanırım aynı yılın sonbaharıydı; İstanbul’a gittim. Babamın küçük bacısı Adalet bibim Silahtarağa’da oturuyordu. Eşi Cemal Sarıçam (köyde patronum oldu; yaptığı evin üstünü örtecek sal taş çıkarıp taşıyorduk; Sultan bibimin oğlu İlimdar ile bana 1 Lira yevmiye de verirdi) Tekel işçisiydi. Komşuları işçiydi, akrabalarımız hep işçiydi. Bir işçi kahvesine gitmiştik. 15-16 Haziran olaylarının anısı henüz çok canlıydı. Benim o olayları merak ettiğimi anlayan kahvehane sakinleri sanki sıraya geçti. Gözleri ışıldayarak, hepsi de büyük bir heyecan duyarak anlattılar o günlerde yaşadıklarını… Fabrikaları işgal etmişler, Toplum Polisi ile çatışmışlar, sokaklara çıkmışlar, polis barikatlarını ve önlerine geçen tüm engelleri aşarak Haliç köprüsüne doğru büyük kollar halinde yürümüşlerdi… Onları durdurabilmek için köprünün ayakları kaldırılmış ve askeri birlikler sürülmüştü meydanlara. Türkiye işçi sınıfı askeriyle kavga edecek bir sınıf değildi… İki taraf da üretici köylü kökenliydi zaten… Aynı damarın çocuklarıydı… El ele kol kola durmuşlar, işçiyle asker çatışmaya girmemişlerdi.
O günlerde, Haliç köprüsünün ayağındaki Tekel binasının (dayım, Tekel Müfettişi Turgut Akıncı’nın de iş yeriydi) oradan Silahtarağa’ya doğru giderken bindiğim minibüs muavininin sıraladığı duraklar (Cibali, Rami, Silahtarağa, Alibeyköy, Eyüp…) benim için devrimci bir sınıfın nabzının attığı yerler, Orhan Kemal’in romanlarında okuduğum “rüzgâr etekli” işçi kızlarının yaşadığı, Haliç’e doğru “ha düştü ha düşecek” gibi duran gecekondu evlerinin doldurduğu, yaşamı üreten ve zamana damgasını vuran cennet mekânlardı…
Elli yıla yakın bir zamandan, sonra 2020 yılında ülkeyi sarmış pandeminin hemen öncesin de gittim o mekânlara… Her şey sil baştan yazılır gibi değişmiş, yeni ve iç acıtan bir görüntü çıkmıştı karşımıza… Emperyalist-kapitalist sistemin hinoğlu hin kültür politikaları ile, binlerce kilometre öteden yazılmış bir karanlık yazgı insanımızın sırtına binmiş, boğaz tokluğuna çalışacak iş bulamayan, cemaat ve tarikat ağlarında çocuklarının geleceğini ve yiyecek ekmeklerini değil, gideceği cenneti düşünen, takkeli, sarıklı, cüppeli, türban ve çarşafla örtünmüş başka bir kitle çıkmıştı ortaya. Kimse ne soygundan söz ediyordu, ne sömürüden, ne hak aramaktan, ne insanca yaşayabilmek için mücadele etmekten. Hem günlük yaşamda, hem siyaset alanında cemaat ve tarikat önderleriydi toplumu yöneten, onların işaret ettikleri siyasi partilerdi…
Kimi bölgelerde Süleymancılar, kimi bölgelerde Nakşiler, kimi bölgelerde başkaları önde görünüyordu. Siyaset günleri gelip çattığında da, belli bir siyasi parti hepsini birden eteklerine toplayıp saltanat ve şatafat arabasının arkasına takıveriyordu…
Hey gibi koca işçi sınıfı… Nereden nereye gelinmişti… Bu geliş-gidişte ülkesinin gerçeklerini görmeyi başaramamış ve belli bir aşamadan sonra eşeysiz çoğalan amipler gibi partiler ve gruplar çoğaltarak önce safları bölüp parçalamış, sonra da yaşanan tüm siyasi olumsuzluklardan halkı suçlayarak çıkma yolunu seçmiş aydınlarımızın da büyük sorumluluğu oldu. Benim cerrahi asistanlığım yıllarında birer üniversite öğrencisi iken, işçi sınıfını örgütleyebilmek için fabrikalara işçi olarak yazılmış, iş kazalarında parmaklarını kaybetmiş, sınıfa öncülük edecek örnek sendikalar kurmayı başarmış gerçek devrimci aydınlara da bin selam olsun…
Yarım asrı da geçmiş bir hikâye bu anlattığımız. Alınacak çok ders var…
KÜLTÜREL DEPREMLERDE “YEŞİL KUŞAK”
Türkiye ve çevresindeki Orta Doğu ve Yakın Asya’da yaşanan gelişmelere baktığımızda, 2. Dünya Savaşı sonrası “Gelişmiş Batı” ülkeleri ve bu ülkelerin öncülüğünü yapan ve deyim yerindeyse, jandarmalığına soyunan ABD emperyalizmi ile Sovyetler arasında yaşanmış “Soğuk Savaş”ın ve özellikle 1979 yılından sonra yaşanan kimi gelişmelerin çok önemli bir rol oynadığını göreceğiz.
Olayın bu yüzünü görebilmek için Orta Doğu kökenli Hıristiyan aydınların yapıtlarına bakmakta yarar olacaktır. Onların bakış açılarının nesnele en yakın olabilme olasılığı çok yüksektir. ABD’nin en seçkin üniversitelerinde öğretim üyesi olarak bulunmuş Edward Said’in yapıtlarında emperyalist Şarkiyatçı politikaların bölgede yaptığı yıkıma ait birçok iz bulunabilirken, yine Lübnan kökenli tanınmış bir Batılı yazar olan Amin Maalouf’un yapıtlarından da benzer bir gerçekliği bulup çıkarabilmek zor olmayacaktır. Diğer birçok yapıtında ABD’yi bir demokrasi merkezi gibi gösterir kayıtlar bulunan Maalouf’un “Uygarlıkların Batışı” adlı yapıtı bu bakımdan çok önemli saptamalara yer vermiştir.
Bu yapıttan da görebileceğimiz gibi, 1979 yılı, Şubat “İslam Devrimi” ile Mayıs Margaret Thatcher’in “Muhafazakâr Devrim”lerinin yılıdır. Devrim sözcüğü belki de en çok bu kullanımlarından utanç duyacaktır… Thatcher’in “sosyal harcamaları azaltmak”, “sendika ve toplumsal örgütlerin politik yaşamdaki yerlerini sınırlamak” gibi önlemlere dayanan devriminin küresel alanda ilerlemelere yol açmış olduğu görüsündedir Maalouf… Bu “ilerleme”, ekonominin patronları ve gelişmiş ülkeler açısından kuşku taşımasa bile çalışan sınıfların toplumsal üretimden aldıkları pay ve dünyanın geri kalmış bölgelerinde yaşananlar açısından nasıl bir durum doğurmuştur; bunun yanıtı yoktur Maalouf’ta… Humeyni’nin İran’da gerçekleştirdiği o “devrim” de kültür özgürlüklerinin sonu demek olmuş; dinsel aidiyet toplumsal yaşamın en ön saflarına oturmuştur.
O yıllar, aynı zamanda Sovyetler’in Afganistan’da Batı tarafından kışkırtılmış kimi silahlı güçler aracılığıyla tuzağa düşürüldüğü yıllardır. “Siklon Operasyonu” adı verilen bu planda Başkan Carter’ın 3 Temmuz 1979 tarihinde imzalanmış talimatla mücahitlere silah ve para yardımı başlatılmıştı… Sovyetler’in Afganistan’ı işgali ise 24 Aralık 1979 tarihine denk gelir… Kimilerine göre Sovyetler, Afganistan’da tersten bir Vietnam tuzağına çekilmiştir.
9 Mayıs 1978 tarihinde komünistlerle tarihi bir ittifak kurma arayışındaki Hıristiyan Demokrat lider Aldo Moro’nın da öldürülüşü cennetten cehennem eşiğine doğru yürüyen dünyanın yol taşları arasına katmak da anlamlı olabilir. 1978-1979 yıllarındaki bu değişimleri, Türkiye’de kitlesel katliamlara varmış, mezhepler çatışması süsü verilmiş iç karışıklıklardan sonra Baba Bush’un “Our Boys” diye adlandıracağı NATO generallerinin yüzlerce ölüm, binlerce kişiye işkence ve milyonlarca gözaltı, tutuklamaya yol açmış 12 Eylül 1980 darbesi izleyecektir. 12 Eylül 1980 darbesinin arkasında da Sovyetler’in tuzağa düşürülmesinden Yakınasya’da kimi silahlı grupların oluşturulmasına kadar önemli planların uygulayıcısı Polonya asıllı başkan danışmanı Brzesinsky yer almıştır.
Beyaz Saray Güvenlik Danışmanı Brzezinsky, Temmuz 1979’da Time dergisindeki bir söyleşide şu soruyu soruyordu: “Sorun çok önemlidir. Türkiye, Atatürk’ün çizgisinden mi gidecek, yani Batılılaşmaya devam mı edecek, yoksa Ortadoğu’ya geri mi dönecek?” (aktaran Atilla İlhan, Hangi Atatürk, s 357)
Bu soruyu soran anlayış, aslında çoktan kararını vermiş, Türkiye’nin yerini Orta Doğu batağı olarak belirlemiş ve Türkiye’deki bazı güçler aracı kılınarak Orta Doğu’da daha kolay hareket edilebileceğini öngören bir plan uygulamaya konmuştur.
12 Eylül 1980 sonrasında izlenecek politikalarla Türkiye İmam-Hatip eğitimli bir kuşağın yönetimine doğru itilecek ve “Yakınasya” coğrafyasında ABD politikalarına koşut yönetimlerin koşulsuz iktidar olduğu bir ülke durumuna getirilecektir… Bu koşulsuzluğun bir diğer adımı bir cemaat liderinin ölüleri bile oy kullanmaya çağırdığı 12 Eylül 2010 referandumu olacaktır…
Yeniden 1979 yılına dönersek, dünya o yıllar öncesinde Vietnam’dan Angola’ya kadar farklı bir kültürel ortam ve siyasi evrilme içindeyken, bu milattan sonraki gidiş bambaşka bir ufka doğru ilerlemeye başlayacaktır. Polonyalı Brzezinky’nin Başkan’ın Orta Doğu ve Asya danışmanı olduğu yıllarda Papa’nın da Polonyalı II. İonnes olması (papalığa gelişinde Brzesinsky’nin de büyük katkıları vardır) dikkat çeker… 1980 yılı, aynı zamanda, Polonya’da Lech Walesa’nın Sovyet karşıtı “Solidarnose” hareketini başlattığı yıldır. Benzeri hareketler, Polonya’dan diğer Doğu Bloku ülkelerine doğru yayılacaktır. n yılıdır…
“1980’lerin başlarında, Washington’da gerçekleşen Muhafazakâr Siyasal Eylem Konferansı’nın ‘Sovyet İmparatorluğu’nu Geri Püskürtmek’ konulu bir oturumuna katılmıştım. O günkü konuşmacılardan biri olan Jack Wheeler adında bir tür maceracı-ideolog, mücahitler denilen Afgan özgürlük savaşçılarının yanından yeni dönmüş olduğundan bahsedip duruyordu. ‘Bir İslami dirilişi başlatmak için’ Sovyetler Birliği’ne gizlice Kuran nüshalarının sokularak (Sovyetler’in) ‘bin yerinden kesilerek öldürülmesini önerince ayakta alkış aldığını anımsıyorum.” (Joan DIDION, “Sabit Fikirler ya da Tarihin Dönüm Noktası” başlıklı yazı, Varlık, Nisan 2003)
Joan Didion’un tanığı olduğu bu toplantı ABD’nin Yakınasya ve İslam politikalarının hangi hareket noktasından yola çıktığının ve hangi noktalarda nasıl geliştiğinin de önemli ipuçlarını verir. Amin Maalouf bu politikaların yandan çarklı bir eleştirisini “Uygarlıkların Batışı” adlı kitabının “Büyük Değişim Yılı” bölümüne bırakmıştır.
Brzezinsky, o yıllar öncesinde Çin’den Mısır’a, İngiltere’den Pakistan’a dünyayı dolaşarak dünyayı operasyona dolaylı destek için hazırlamaktaydı; bu plan çerçevesinde aralarında Suudi öğrenci Usame Bin Ladin’in de olduğu “Arap Afganlar” Suudi Arabistan’ın da desteğiyle Afganistan’da çarpışmaya başlayacaklardır…
11 Eylül 2001 olayının ve bugünkü Taliban iktidarının arka planında böylesi gelişmelerin yattığını söylemek yanlış mıdır?
1979 yılının olayları arasında Pakistan’ın eski başkanı Zülfikar Ali Butto’nun katı bir şeriat isteyen darbeci askerler tarafından sosyalizm ve laikliği savunmakla eleştirilerek asılması da vardır.
KÜLTÜR DEPREMİNDE SON SATIR; SIĞINMACILAR
Emperyalizmin ve o sisteme yandaşlık ederek çıkar ve iktidar gemisini yürüten işbirlikçilerin kültürümüzde yaşattığı depremin son ayağı sığınmacılar sorunu oldu.
Orta Doğu ve Yakın Asya’da yürütülen, emperyalizmin neden olduğu ve onunla işbirliği içinde davranan yerli iktidar ortaklarının da katıldığı saldırgan ve sömürgen politikalar sonucu, Suriye’den Irak’a, Afganistan’a kadar on milyonlarca insanın yaşadığı coğrafyada büyük yıkımlar yaşandı ve bu bölgeleri terk etmek zorunda kalan insan yığınları Türkiye’ye doğru büyük bir göç hareketi başlattı.
Mülteciler Derneği’nin Mart 2023 tarihinde yayınladığı bir bildiriye göre, ülkemizdeki sığınmacı sayısı 3 milyon 381 bin 429 dir… Gerçek rakamların çok daha fazla olduğunu söylemek hiç de aykırı kaçmayacaktır.
ABD’nin Yakın Asya ve Orta Doğu’ya doğru açılma yıllarında uygulamaya konulan Marshall planı çerçevesinde Köy Enstitüleri’ni ABD’den para alabilmek için bir pazarlık konusu yapmış olan siyasi iktidar temsilcileri, bugün aynı politikayı sığınmacılar sorunu üzerinden yürütmektedir…
Sığınmacı birey, can ve geçim derdi ile doğup büyüdüğü topraklardan uzaklara doğru yol alırken kendi özgün kültürüyle arasına bir daha kapatılması zor bir boşluk bırakarak devam edecektir yaşamına. Tahammül ve uyum onun tüm davranışlarında ana yol gösterici olacaktır…
Bir yandan işsizlik ve pahalılık gibi yıpratıcı sorunlar, bir yandan ülkenin dört bir bucağında iktidar desteği ile yayılan cemaat-tarikatlar, dini inancı bir ideoloji gibi kullanan çeşitli dernek, parti ve vakıflar tarafından ülkenin farklı kültürleri bir arada tutmayı başarmış geleneksel kültürünün kemirilmesi, onun yerine ayrıştırıcı ve dar bir mezhep anlayışının dayatılmaya çalışılması, bir yandan da kendi öz kültüründen kopmuş ve yukarıdan gelen yönergelerle kolayca maniple edilebilen sığınmacı yığınları ile karşılaşınca, kültürel ortam büyük savrulmalara ve bulanmalara sahne olmaktadır. Böylece, iktidar erkini elinde bulunduranların pervasızca davranış olanağı buldukları bir ortam ortaya çıkmış durumdadır…
Kültürel depremler, yerkabuğundaki depremlerden çok daha etkili olmakta, çok daha büyük bir mutsuzluk kaynağı oluşturmaktadır…
Çıkar ve iktidar kaygılarının önde tutulmadığı, rekabet ve yayılmacı politikalar yerine bir barış ve kardeşlik ortamının oluşturulabilmesi bu kültürel deprem ve yıkımlara karşı durmakla mümkündür.
Türkiye, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, kendi ayakları üzerinde durabildiği ve kendi öz kültürüne sahip çıkabildiği ölçüde bölgesi için de örnek bir ülke olacak, geleceğe umutla bakabilecektir.
Kaynakça:
Amin Maalouf, Uygarlıkların Batışı, Çev. Ali Berktay, YKY, 7. Baskı, İstanbul, Şubat 2021
Attilâ İlhan, Hangi Atatürk, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 4. Basım, Kasım 2005
Attila İlhan, Sokaktaki Adam, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, IX. Basım, Aralık 2020
Cavit Orhan Tütengil, Az gelişmenin Sosyolojisi, Belge Yayınları, Dördüncü Baskı, Mart 1984
Cavit Orhan Tütengil, 100 Soruda Kırsal Türkiye’nin Yapısı ve Sorunları, Gerçek Yayınevi, İkinci Baskı, Aralık 1977
Cavit Orhan Tütengil, Memleket Saat Ayarı, Cumhuriyet Kitapları, 3. Baskı, Kasım 2020
Cavit Orhan Tütengil, Köy Enstitüsü Üzerine Düşünceler, Berksoy Basımevi,
Cavit Orhan Tütengil, Sosyal Bilimlerde Araştırma ve Metod, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yayınları, 1969
Cavit Orhan Tütengil, Türkiye’de Köy Sorunu, Kitaş Yayınları,
Perry Anderson, Postmodernitenin Kökenleri, Çeviren Elçin Gen, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2002,