Dil ile yaşam arasındaki ilişki, tarihten ders alabilmeyi, bugüne kendi özgün gerçekliği içinde bakabilmeyi, geleceğe yönelik doğru bir politika kurabilmeyi yönlendiren en temel etkendir… Yaşamı kendi özdeksel gerçekliği içinde algılayabilme, yargılayabilme gücüyle, doğru dili kullanabilir, düşündüklerimizi savunabilir ve inandığımız amaçlar için kendimize taraftar bulabiliriz. Biz, dil ile yaşam arasındaki ilişkiyi doğru kuramaz, hemcinslerimize, yurttaşlarımıza doğru parolaları, doğru örgütlenme biçimlerini gösteremezsek, meydan, bugün olduğu gibi, dili demagojiye dolayarak kullanan, işini yalan dolanla idare edenlere kalır.
Dil ile yaşam arasındaki ilişkiyi kurarken eleştirel aklımızı öne çıkarmalı, duyduklarımıza, okuduklarımıza eleştirel bir gözle bakabilmeyi başarabilmeliyiz. Bunun için de tarihle ve hayatla örtüşen felsefi ve kuramsal metinlerden alınmış bir altyapıya, bir donanıma da gereksinimiz vardır.
Son bir yıla yakın bir süredir, yazdığı onlarca kitapla, Cumhuriyet tarihini, toplumcul bakış açısının farklı cephelerini, sosyalist sol hareketin kendine özgü sorunlarını, romanlarına, eleştirel metinlerine, incelemelerine, hatta şiirlerine taşıyarak kendince önemli bir külliyat kurmuş olan Attila İlhan üzerine çalışıyorum. Bu çalışma, hem kendi kuramsal donanımımı, hem de farklı düşüncelerin hayat karşısındaki tutarlılığını sorgulayabilme olanağı sağlıyor bana… Attila İlhan’a göre, Türkiye’de Demokratik Devrim tamamlanmıştır… Altmışlı, yetmişli yıllarda bu kavram üzerine yapılan tartışmalar yanlıştır. Yine Attila İlhan’a göre, bir üstyapı devrimciliği olan Köy Enstitüleri romantizmi ve tarikatçılığı, Atatürkçülük bile olmayan İnönücülüğün eserleridir!
“Sanıyorlardı ki, Yunan/Latin kültürünü köken diye benimseyebiliriz,(…) köylüleri kültür yoluyla kalkındıracak sanılan köy enstitülerinde öğrencilere mandolinle Mozart’ın Türk Marşı’nın öğretilmesi yeterlidir.” (Attila İlhan, Hangi Sol, s 188)
“Romanlarımızda Kurtuluş Savaşı ve Kadınlarımız” kitabını tamamlarken karşıma çıkan “Dersaadette Sabah Ezanları” romanı ile beni söz yerindeyse büyüleyecek ölçüde başarılı bir roman atmosferi kurmuş olan Attila İlhan, “Aynanın İçindekiler” dizisinde Cumhuriyet tarihini romana geçirmiş gibidir; bu serideki romanların tümü de tarihe ilişkin önemli ayrıntıları kahramanların iç dünyasında aydınlanan şiirsel bir dille, diyalojik bir çoküslupluluk içinde metinlerine aktarır. Romanlarında, kendi deyimiyle, “kendi biyografisini yazan” kahramanlar görürüz. Bu kahramanlar öylesine ustaca kurulmuş ve öylesine kendisi olmayı başarmışlardır ki, Attila İlhan’ın kendi bakış açısı dışında bir yerde konumlanmayı ve düşüncelerini büyük bir coşkuyla savunmayı ustalıkla yerine getirirler.
Aynanın İçindekiler dizisinin önemli kahramanları olan Miralay Ferit’i, Yüzbaşı Demir’i, Attila İlhan anlatıcısının “öz kahramanı”, hatta yazarın temsilcisi sayarız ama Attila İlhan’ın kendi tarih incelemeleri ve araştırmalarına geçtiğimizde yanılmış olduğumu anlarız.
Attila İlhan, sınıfsal çözümlemelerinde ve ideolojik önermelerinde ise, seçkin, halktan ve özellikle köylü zümresinden uzak, hatta tepeden bakan bir tarz içindedir. “Yaraya Tuz Basmak”ta karşımıza çıkan tek köylü kahramanı Kara Başçavuş, boğazına düşkün, çıkarcı, bağnaz düşünceli biridir…
Attila İlhan “İnönü Atatürkçülüğü” konusundaki eleştirilerinin bir kısmında haklı görünüyor olsa da Köy Enstitüleri ve eğitim politikaları konusunda yaya kalmış, yanlış saplantılar içinde olmaktan kurtulamamıştır.
Bir kere, Köy Enstitüleri, onun sandığı gibi İnönü zamanına, Hasan Âli Yücel bakanlığına ait bir girişim değildir. Köy Enstitüleri’ne benzer bir amaç taşıyacak olan Köy Öğretmen Okulları’nın kuruluşu, genç yaşta yitirdiğimiz devrimci eğitimci Mustafa Necati zamanına, 1926, 1927 yıllarına kadar uzanır. Asıl temeli ise, Mustafa Kemal’in de önerisiyle askerliğini çavuş ve onbaşı olarak tamamlamış köylü çocuklarının köy eğitiminde kullanılmasına yönelik Eğitmen Kursları ile başlamıştır. Eğitmen Kursları’nın kurucusu, Köy Enstitüleri’nin de düşün babası olan İsmail Hakkı Tonguç ve onu göreve getiren Mustafa Kemal’in silah arkadaşı Saffet Arıkan’dır. Köy Enstitüleri, Attila İlhan’ın tanımlamaya çalıştığı gibi, birer “üstyapı kültür kurumu” değil, doğrudan doğruya tamamlanmamış Demokratik Devrim’in gereklerini üretici alanda, kırsalda yaşama geçirecek, altyapıya doğrudan müdahale eden, Orta Çağ artığı tefeci bezirganlığa karşı, köy çocuklarının özgürleşme eylemi ile, üretici örgütlenmesini sağlayarak mücadele eden kurumlardı. Onun için de Cumhuriyet kurumları içinde ilk hedef oldular.
Eğer, Attila İlhan’ın sandığı gibi Türkiye’de Demokratik Devrim tamamlanmış olsaydı, Attila İlhan’ın çok küçümsediği ve bir tür romantik tarikatçılık saydığı Köy Enstitüleri kapatılmazdı… O her ne kadar burun kıvırıyor olsa da, Köy Enstitüleri, 17.354 köy çocuğu içinden 300 yazar, 400 müzik ve resim insanı çıkarmış (bunların 20 kadarı da üniversitelerin güzel sanatlar fakültelerinin kurucu dekanı olmuş) ülkenin ekonomisinden politikasına, her şeyine onlarca yıl sürecek biçimde damga vurmuş kurumlardı…
Attila İlhan, antik Helen kültürüne verilen önem konusunda da yanılıyor. Bu kültür, Batı Rönesansı’na da temel oluşturmuştu; Anadolu, Mezopotamya, Mısır, Hint, Çin kültürlerinin bir sentezi idi, Cumhuriyet’ten hemen sonra yazılan tarih kitaplarında da bu kültüre büyük önem verilmiştir. Attila İlhan uzun yıllar kaldığı Paris atmosferinde Fransız Şarkiyatçısı Ettien Copeaux’la aynı havayı koklamıştı sanırım. Coppeaux, “Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezi”ne adlı kitabında 1931 yılında yazılmış tarih kitapları, “sürpriz” bir şekilde “diğer gelişmelere karşı kapalı bir model oluşturmamakta” ve tamamı 500 sayfaya yaklaşan kitaplar içinde Türk tarihine ayrılmış bölüm yalnızca 78 sayfa olarak yer almaktadır saptamasını yapar. Copeaux, bu durumu tarih yazımcıların bir pasif direnişi olarak yorumlar! Oysa ki, o tarih kitapları, dönemin tarih çalışmalarını yürüten Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti üyelerinin kendilerince yazılmış ve denetlenmiştir (Doç. Dr. Mustafa Oral, Türkiye’de Romantik Tarihçilik, s 287, 288).
Yani, antik kültüre verilen önem, İnönü’nün Batı taklitçiliğinin bir parçası olmayıp, Batı’daki Rönesans’a da temel oluşturmuş bir değişim ve yenileşmenin belli adımlarından olarak sayılmıştır; Mustafa Kemal dönemine aittir. Köy Enstitüleri de âşık Veyselleriyle, Ali İzzetleriyle, hafta sonu şenliklerindeki seyirlik köylü oyunlarıyla, köy çocuklarının devrimci özgürleşmeleriyle doğrudan bu topraklara ayağını basmış kurumlardı. Paris’teki aydın kafelerinden doğmadılar!
Attila İlhan’ın çok doğru bir saptamasıyla, Kurtuluş Savaşı’nı Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nde örgütlenmiş yerli burjuvazi gerçekleştirmişti… Attila İlhan’a göre, 1950zDemokrat Parti hareketi de “liberal burjuvazi”nin eseridir. İnönü yönetimindeki “bürokratik burjuvazi”yi iktidardan indirmiştir. Attila İlhan’ın tamamlanmış dediği bu demokratik devrim konusunda epeyce sorunlu bir bakış açısı vardır. İmam Hatip okullarını, tekke ve zaviyeleri kapatan, karma eğitimi, siyaset alanına laikliği getiren de, ezanı Türkçe okutan, sanayileşme yolunda fabrikalar açan da burjuvazi, laikliğe karşı birçok adım atan, dini eğitimi eğitimin neredeyse temeli durumuna getiren, cemaat ve tarikatları siyaset sahnesinde en etkin kuruluşlar yapan da burjuvazi…
Attila İlhan, inat etmese, ille benim dediğim dedik demeyip, şu demokratik devrimi tamamlatmamış olsa, her şey yerine oturacaktır oysa… Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’nın arkasındaki güç olan yerli burjuvazi, zaman içinde finans kapital sermayesi, emperyalist sermaye ile bütünleşmiş, Mustafa Kemal ve çevresindeki “sınıfsız devrimciler”in (bu “sınıfsız devrimcilik” kavramının duruca anlaşılabilmesi için Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’ne ve toplumumuzun özgün tarihsel geçmişine ilişkin çözümlemelerine gereksinim doğacaktır) önerdikleri biçimde, Batı tipi bir demokrasiye geçiş için epeyce bir adım atmış olsa da, burjuvazinin 20. Yüzyıldaki gericiliği gereği, Batı Burjuvazi’sinin “serbest rekabetçi” dönemde, “eşitlik, adalet, hürriyet” parolasıyla üstüne gittiği Orta Çağ artığı tefeci bezirgân sermaye ile ekonomik ve politik alanda etle tırnak gibi iç içe geçmiş, demokratik devrimin gereği olan “güçler ayrılığı”, “laiklik” gibi günlük yaşamı demokratikleştiren uygulamalar kırpılmaya, Cumhuriyet öncesindeki gibi dini esaslara dayalı monarşik bir yönetime doğru yol alınmaya başlanmıştır. Cumhuriyet tarihini anlamlandırmaya çalışan kimi metinlerde karşımıza çıkan “devrimci-karşı devrimci” ayrıştırmasının temel gerçekliği budur. “Burjuvazi, burjuvaziye karşıdır!”
Cumhuriyet öncesinin Levanten Burjuvazisinin yerini de uluslararası finans kapital ile aynı yatağa girmeye çok hevesli bir finans oligarşisi almıştır…
Bugün, Cumhuriyet tarihinden alacağımız ilk ders, Köy Enstitüleri’nin de kapatılmasına neden olmuş, Batı Demokratik Devrimi’nin tamamen yok ettiği Orta Çağ artığı tefeci bezirgân anlayışının ortadan kaldırılmasıdır.
Attila İlhan’a sorabilsek keşke… Hangi demokratik devrimini tamamlamış ülkede din eğitimi baş tacı ediliyor, bu okullardan mezun olanlar devletin kilit noktalarında görev alıyor?
Bu konuyu tartışmaya tek bir yazının sınırları yetmeyecektir kuşkusuz…
Türkiye’de, tamamlanmamış Demokratik Devrim’in gereği olarak tüm çalışan yığınların ve emekçi sınıfların ortak örgütlü gücüyle hareket edilmelidir… Mustafa Kemal ve arkadaşlarının hiçbir gönül bağı bulunmadığı halde Cumhuriyet’in koruyup kollayıcısı olacağını umduğu yerli burjuvazimiz onun umudunu (tabiatı gereği) boşa çıkarlış ve kendi demokratik devrimine ihanet ederek prekapitalist unsurlarla işbirliği yapmayı tercih etmiştir.
Demokratik Devrim’in öncüsü bu kez işçi sınıfı, üretici köylülük ve tüm emekçi sınıflar olacaktır. Köy Enstitüleri’ni kapatmış, Cumhuriyet’in kazandırdığı, kadın haklarından bağımsız yargıya, laik eğitime, tüm demokratik hakları yok etmeye yönelmiş Finans Kapital-Tefeci Bezirgânlık ekonomik ve politik oligarşisine ancak böyle son verilebilecektir. Yerel yönetimlere de epeyce görev düşecek devrimci-toplumcu süreçte ilk hedef üretici örgütlenmesi, “örgütlü-üretken toplum” parolası olacaktır…
Gününüz aydın olsun değerli dostlar…