Başarı, son derece göreli bir kavram… Yaşadığımız dünyada, durumları, çıkarları ve hayata bakış açıları birbirinden çok farklı, sınıflı toplumlar içinde kimin başarılı olduğunu belirleyen nedir ki?
Para mı, şöhret mi, iktidar erki mi, gönüllerde yer almak mı, çok bilmek mi, sorun çözmek mi, çare olmak mı…
Judith Halbertsam, “Çuvallamanın Queer Sanatı” adlı yapıtında animasyon filmlerinin verdiği iletiler üzerine yaptığı çalışmada “Farklılıklardan zevk alın, Sömürüyle savaşın, İdeolojilerin kodlarını çözün, Direnişe yatırım yapın” diyen bir yorum bulur… Kitabın, Samuel Beckett’in deyişiyle “başarısızlığa daha iyi bir şekilde uğramayı öğrenmek hakkında” olduğunu söyler.
Başarı, göreli bir kavram demiştik… Hele de günümüz Türkiye’sinde paraca başarılı ve zengin olmak, ekonomik olarak köşeyi dönebilmek için epeyce bir hinoğluhin olmak gerekli… Kimin başarılı, kimin başarısız olduğu konusunda herkes farklı düşünüyor. Ekonomi yönetimindeki tutumları nedeniyle döviz yükseldikçe “başarısız” bulunanlar, beş on günün içinde her şeyin fiyatı iki katına çıkıp döviz tekrar eski yerine döndüğünde ve fiyatlar geri inmediğinde başka bir deyişle, üretici insanlar, çalışanlar, garibanlar bir gece içinde neredeyse yarı yarıya yoksullaşınca, birileri tarafından davul zurnayla kutlanarak “başarılı” bulundular… Yalnızca İş Bankası’nda bir gecede 1.750 Milyar Dolar bozdurulmuş. Yapılacak bu “ince iş”ten haberdar olanlar bir gecede servetlerine servet kattılar. Asgari ücretin yükseltilmesiyle kaşıkla verilenler, artan fiyatlar ve vergilerle kepçeyle geri alındı. Bir yıl önce bu zamanlar otogazı litresi 4 liradan alıyordum; şimdi 9 Lira oldu.
Böylece benim emekli maaşının da yarıdan fazlası eriyip gitti…
Muhalefet bile çok sonra uyanabildi… “Başarısız” buldukları politikacılar, yandaşlarıyla birlikte büyük parasal başarı kazandılar, bu arada yoksullar tarafından davul zurnayla bile kutlandılar…
“Yunus’un Gecesi” demiştim yazının başlığında… Amatör futbol geçmişim ve o oyunda bulduğum kolektif aksiyon gücü ve matematiksel arka plan, duygusal zaaflarım nedeniyle televizyonumun açık olduğu sınırlı saatlerde futbol maçı da izlerim. Önceki gün Galatasaray- Adana Demirspor maçına rastladım. Otuz yıl önce aramızdan ayrılmış sevgili ve biricik dayım Turgut Akıncı ve onun tanıştırdığı çok değerli futbolcu Metin Oktay’ın anılarıyla, bende bir Galatasaray sempatisi vardır. Karşısındaki takım da, yıllarca Karabük’te formasına ter döktüğüm, bir Cumhuriyet ve “direniş” öyküsü olarak benimsediğim Demirspor’un Adana kolu… İş paraya, profesyonelliğe dökülünce epeyce mide bulandırıcı yanları da ortaya çıkıyor olayın ve o gece ben bir duygu karmaşası içinde kalmıştım. Tam da bu sırada G.S’ın kendisi için fazla beğenmeyip Adana Demirspor’a kiraya verdiği Yunus çıktı ortaya; hallaç pamuğu gibi attı kendini kiraya veren beyzadeleri, geceye damgasını vurdu. Anadolu’da adları bugün büyük kahramanlar gibi yollara köprülere konan kimi beyler divanlarını Farsça tutup yazarken, kendi öz dilini en unutulmaz biçimde söze işlemiş Yunus Emre gibi, futbolcu Yunus da kendisine aşağı görenlere, tepeden bakanlara, gereken dersi verdi… İki gol attı, yıldızlaştı, alkışlandı…
Onu kiraya verdiren, kibrinden yanına yaklaşılmayan birilerine “İmparator” diye pankart açıp slogan atanlar yok mu; onlar beni çileden çıkarıyor işte… Şu ürettikleri mal, döktükleri alın teri yarı yarıya değersizleşirken, birileri malı götürürken, davul zurna çalıp oynayanlar yok mu, onlara benziyorlar… Benim gönlüm Yunuslardan yana… Benim gönlüm, imparatorlardan değil, saraylardan, saltanatlardan yana değil, halkının yattığı çadırda yatan, onun yediğini yiyen, onunla omuz omuza yay büken, ter döken hanlardan, kaanlardan, gazilerden yana… O koca Sultan Vahdettinler, Abdülhamidler, gönlümün lideri Gazi Ertuğrul’un tırnağı bile olamazlar.
Ben öğrenciliğimde yüksek notlar alırdım, başarılı sayılırdım. İyi okullar kazandım, elimde olanak olduğu halde, sonradan “Abi gel bu cerrahi bölümünün başına geç” diyen çağrılar da aldığım halde, kariyer yapmadım, akademik ünvan kazanmadım, taşra hastanelerinde yüzbinlerce insanın çare diye koştuğu sıradan bir cerrah oldum. Zaten daha asistanlık yıllarımda o dernek senin, bu meslek odası, sendika benim, siyasi partiler, bildiriler, afişlemeler, hiçbir şey talep etmeden hasta bakmalar, ilaç dağıtmalar, siyasal sorunların tartışıldığı okuma grupları kurmalarla, yeni kurulmuş hanemin kapısına, yeri doğmuş çocuğumun yanına ancak gece yarılarından sonra varmalarla geçti gençliğim.
Belki de onun için en yakın bir yerden “Sen de adam mısın ki?” denildiği bile oldu…
Kendimi halkımın mutluluğuna hayatın çoğulluğuna adamıştım; edebiyat alanına da öyle daldım sayılır… Kimi kitaplar yıllarımı aldı, yüzlerce kitabı okuyup tek bir kitapta değerlendirmeye çalıştım. Uluslararası, milyonlarca üyesi olan, öğretim görevlilerinin ve araştırmacıların yer aldığı “Academia Edu” adlı blogda “Top %5”te ilgi alanı oldu koyduğum makaleler.
Ekonomik olarak hiç başarılı sayılmam, çok ünlü bir yazar da değilim ama kitaplarım ve her gün benim yazdıklarımı okuyarak bana seslerini iletmeye çalışan dost bir okur grubum var.
Cumartesi günü, üniversite yıllarımda ders çalışmaya gittiğim, arada kitap okuyup büyük huzur bulduğum “Adnan Ötüken Kütüphanesi”nde bir edebiyatçı olarak konuşmacıyım; kitap imzalayacağım. Heyecanlıyım…
O gece “Yunus’un Gecesi” idi, Cumartesi, Alper Akçam’ın kitaplarının günü olacak…
En büyük başarı hayatı paylaşabilmektir, en büyük başarı yalanla ve sömürüyle mücadele edebilmektir, en büyük başarı direnişe yatırım yapabilmektir; özü sözü bir olabilmektir…
Başarılı başarısızlıklarımız kutlu olsun değerli dostlar; gününüz de aydın olsun…