Literatür yayınevi Dursun Akçam’ın ilk öykü kitabı (ve ilk basılmış kitabı), ilk basımı 1964 yılında yapılmış Maral’ı yeniden bastı; kitap raflardaki yerini aldı. Maral’da yer alan “Tiyatora Kızı” adlı öykünün kahramanı, Alper Akçam’ın Munise’deki kahramanı, Munise’nin tam da kendisidir.
Munise’yi bir roman olarak yazmayı düşünmeden önce kendisiyle telefonda da konuşmuştum. Bana, babam Dursun Akçam’ın adını vermeden yazdığı o öyküde köylülerinin tanıyabileceği için kendisini yazmış olmasına önce çok üzüldüğünü, bir süre düşündükten sonra bu üzüntüsünün yitip gittiğini; Dursun Akçam’ın insan sorunlarını ve güzelliklerini yazın dünyasına hangi amaçlarla taşıdığını anlayabildiğini ve bundan kimsenin gocunmaması gerektiğini bildirmişti…
Ben Munise’yi köyde hiç görmedim. Onunla İstanbul’da, çalıştığı Samatya Hastanesi’nde karşılaşmamız, köyden ilk çıkışıma, 8 yaşıma rastlayan çok sisli, yer yer silinmiş çok eski bir anıdır. Munise’de de öylece yazdım.
Edebiyat dünyasında başka bir örneği var mıdır, bilmiyorum. Bir kahramanın yaşamının hem yazar babanın, hem yazar oğulun yazdığı bir metne konu oluşturması…
Onun yaşama tutunma mücadelesini anlatan benim metne döktüğüm öyküsü yer yer yaşanmış kimi işaretlere uğramış olsa da, çoğunlukla kurmacadır. Munise’nin o yaşam çizgisini, Amcam Durmuş Akçam’ın “Antep Tırpancıları” adlı anı notlarıyla (kitabımı imzalayıp kendisine armağan etmiştim; vefatından birkaç ay önce okumuş ve okuduktan sonra bana telefon edip kutlamıştı; sen çok usta bir yazar oldun demişti) ve Hürrem Arman’ın “Piramidin Tabanı” adlı yapıtından adını öğrenip büyük hayranlık duyduğum “Topal Hasan Efendi”nin eğitim ve aydınlanma kavgasıyla buluşturdum.
Munise çok sevilen bir roman oldu, elden ele dolaştı; ikinci baskıyı da yaptı.
Munise’nin kendisi benim yazdığım kitabı okudu mu, bilemiyorum. Yıllar önceki son konuşmamızda (kendisi araştırıp bulmuştu telefonumu) çocuklarından adımı duyduğunu, kitaplarım olduğunu öğrendiğini ve çok sevindiğini söylemişti. Umarım kendisini kırmamışımdır…
Yaşam öykülerini kitaplarıma aldığım kimi çok sevdiğim kahramanların çocuk ve torunları onların herkesin bildiği, adlarını da öylece andığı lakaplarını kullandığım için benimle kavga ettiler; üzerime yürüyenler, bağırıp çağıranlar oldu…
Babam Dursun Akçam’la ben farklı yazın anlayışlarının içinde olduk. Onun öykülerinin bir kısmı röportaj özelliğini çok yansıtan, belki de bu bakımdan çok özgün olan öykülerdir… O edebiyata halk adına savaşmak için girmiş gibiydi. İçinde doğup büyüdüğü o çoksesli kültürü iyice özümsemişti, çok özgün ve çok işlek bir dili vardı. 1962 yılında Kırıkkale Öğretmenler Derneği yöneticisi olarak Anıtkabir’e ilk öğretmen yürüyüşünü yaptıran bir mücadele insanı olarak attığı o adımın bir benzerini de edebiyat dünyasında atmıştı.
Benim ilk öykülerimi okuduğunda öfkelenmiş, eline kalem alıp kırmızı kalemle birçok yerini çizmiş, değiştirmem için söylenmişti… “Baba, ben başka bir yazarım, senin yazdığın gibi yazmamı neden istiyorsun”, diyerek karşı çıkmıştım. İlk öyküler neyse de, “Yükledi Günahı Sırtına” adlı öykü kitabımı nasıl büyük bir iştahla okuyup bitirdiğini, kitabı kapattıktan sonra da, “Başardın oğlum, sen çok farklı, dili biçimsel olarak çok iyi kullanan, özgün üsluplu bir yazar oldun, kutlarım,” demişti…
Harold Bloom’un “Etkilenme Endişesi” adlı yapıtını okurken çok düşünmüşümdür. Yazar özgün olmalı, bir benzeme çabasından uzak kalmalıdır kuşkusuz, ancak etkilenmeler kaçınılmazdır… Maral’ı on yıllar sonra yeniden okurken Dursun Akçam’ı çok daha iyi anlıyor, deyim yerindeyse yaşıyorum hatta…
İkimiz de başkalarının yazmadığını, biz yazmasak hiç yazılmayacak olanı kendimize özgün bir biçimde yazmaya çalıştık; ikimiz de içinde doğup büyüdüğümüz hayatın ve halkımızın güncel yaşamının nabzını tuttuk; ikimiz de üzerimize yüklenmiş toplumsal sorumlulukların boğuntusundan edebiyat çalışmalarımıza ayıracak yeterince zaman ve enerji bulamadık…
Maral’ın yeni baskısı kutlu olsun; güzel insan Munise’nin kulakları çınlasın…