İslam’a girinceye kadar Türkler kadına değer vermişlerdir. Türk hükümdarlarının eşleri olan “Hatunların” toplum yönetiminde çok önemli yerler işgal ettikleri ve görevler üstlendikleri bilinmektedir. Hükümdar ne zaman bir emirname yayınlasa şöyle denilmiştir – iş bu emirname Sultan ile hatun Sultanın kararıyladır denilmiştir. Kadın özgür ve hakları bakımından erkekle eşit bir varlık olarak görüldüğü için yönetici ve devlet başkanı konumuna getirmiştir. Orhon kitabelerinin kanıtladığı uygarlığın yaratıcısı bir millet iken, Şeriat bataklığına saplanmış, tarihimize, kültürümüze bu kadar yabancılaşan bir millet olduk. Geçmişte “anaerkil” olan Türk aile yapısı nasıl ve niçin “erkek egemen” bir aile yapısına dönüştü. Kadını yok sayarak ve erkeğin hizmetine terk ederek, erkeğin şehvet aracı ve kölesi haline getirerek, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine neden olundu. Bu anlayış Kadını hayatın her alanında üretimden kopararak eve hapis etmiştir. Türk insanı Şeriata kandıkça ve onun kadına bakış açısını öne çıkardıkça, kadını köleleştirerek, yaşamı kadına zehir etmiştir. Bilimden ve akıldan uzaklaşmanın en ağır yükü, kadınların omuzlarında kalmıştır. Bu cinsiyet eşitsizliğinin ortaya çıkardığı doğal bir sonuçtur. Çünkü tarih kanıtlamaktadır ki her toplum, kadına verdiği değer kadar gelişir ve ya ilkelleşir. Eski Yunandan ve Roma’dan bu yana, durum böyle olduğunu ortaya koymuştur. Gazneli’ler İslam’ın tüm dayatmalarına hem boyun eğmiş, hem de körü körüne Arap ideolojisine inanıp, Türk kadınını İslam şeriatının esaretine ne yazık ki terk etmiştir.
İslam şeriatının kadını aşağılayıcı ve kötülük kaynağı olarak görme anlayışı, devlet organları tarafından benimsenmiş ve resmi uygulaması Nizam-ül Mülk ile başlamıştır. “Siyasetname” adlı yapıtında Nizam- ül Mülk devlet işlerinin görülmesi konusundaki düşüncelerini açıklarken, hükümdara kadın sınıfının “aklen ve dinen eksik” ve “her kötülüğün kaynağı” olduğu fikrini işler “Adem ile Havva” örneğinden başlayarak, tarih boyunca kadını bir çok kötülüklerin müsebbibi saymıştır… Hükümdarın emrinde olan kadın iktidarı kullanamaz, çünkü onlar çarşaf ve peçe giyen ve aklen gelişmemiş kimselerdir. Görülüyor ki Nizam- ül Mülk Arap ideolojisinin ve kurucu iradesinin kadınlar hakkındaki anlayışına sarılmaktan geri kalmayarak “KADINLAR AKLEN VE DİNEN DÜN YARATIKLARDIR” hadisine sıkı sıkıya bağlanmıştır.
Nizam-ül Mülk ‘ün kadınlar hakkında böyle konuşması hiç kuşkusuz ki Şeriatçı olmasından ve İslami esaslara bağnazca saplanmasından ileri gelmiştir Devlet işlerini bir kadına bırakan millet asla iflah olmaz; Kadınlar kararı ile hareket eden toplumlar için “yer yüzünün altı, yer yüzünden daha hayırlıdır” bu gibi ayetlerle eğitilmiş ve beyinleri yıkanmışlar, kadını “değer” değil “dün” yaratık olarak gören zihniyetler bu günde fazlasıyla vardır. Türk toplumunda o tarihten bu yana, Şeriat girdabına kapılarak, kadın düşmanlığı alabildiğine derinleşmiştir. Dönemin bütün olumsuzluklarının ve akılsızlıklarının sorumluluğu İslam coğrafyasında kadına havale edilmiştir. Osmanlının Kuran emridir diye, kafirler’le giriştiği ve çoğu kez de yenildiği savaşlardan sonra, sanki yapacak bir şey yokmuş gibi, yenilginin sebebi olarak kadının yaşam tarzını sorumlu tutarak, kadınların giyim ve kuşamları ile uğraşmak Osmanlı yöneticilerinin başlıca meşgalesi olmuştur. Muhammed’in “Bana cehennem halkı gösterildi; çoğunluğu kadınlardı….Siz kadınların çoğunluğu Cehennem kütüğüdür” “Karılar tarlalarınızdır,tarlalarınıza dilediğiniz gibi girin” “Akıl sahipleri içerisinde aklen ve dinen kadınlardan daha noksanını görmedim…Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler. O sebeple ki (Allah) erkekleri kadınlara üstün kılmıştır. Kadınlar erkeklerin eline hürriyetlerini terk etmişlerdir….eğer erkek tepeden tırnağa cerahat olsa,kadında dili ile yalasa, yinede erkeğin hakkını ödeyemez. Tanrı erkeği üstün yarattı, kadını da erkeğin emrine verdi. Erkeğin “Seyyid/ Efendi” kadının ise “tabi/köle” durumunu simgeleyen bu zihniyet bu gün dahi İslam’ın özünü oluşturmaktadır. Şeriat’ın kadını bu aşağı kerteye indiren yönü, kadın haklarını ya da kadının onurunu ve haysiyetini hiçe saymaktır.
Aydın ya da bilgin diye geçinen sınıfların ihaneti yüzündendir ki, insan şahsiyeti ve onuruna karşı hakaret sayılması gereken çok karılı evlilik sistemi girdiğimiz 21. Yüzyılda bile Müslüman ülkelerin ezici çoğunluğunda kutsal niteliğini hala korurken, üç beş ülke de ilga edilmişse de kadının çilesi ne yazık ki sona ermiş değildir. Kurtuluş savaşının zaferle sonuçlanmasıyla başlayan Atatürk devrimleri ŞERİAT PARADİGMASINI PARAM PARÇA ETMİŞTİR. Atatürk egemenliği tanrının yer yüzü gölgesi olan padişahtan alıp millete vermekle ve yine 1926 da İsviçre Medeni kanunu iktisap ederek kadın üzerindeki erkek egemen anlayışa son vermiş, kadın erkek eşitliğini sağlamıştır. Yeni Anayasa ile Türk aile sistemini gerileten, Türk kadınını haysiyet duygusundan eden ve Türk erkeğini de kadına saygı geleneğinden yoksun kılan bu şeriatçı zihniyete ve anlayışa dur denmiştir. Bu gün İslam şeriatçılarının “ara dönem” olarak tanımladıkları bu dönemde Türk kadını büyük haklar elde etmiş ve cinsiyet eşitsizliğini hayatın her alanında en aza indirmiştir. Kadın kocası için, koca karısı için, en güvenilir yoldaşlar olmuşlardır. Bu nedenlerledir ki İslam şeriatı, İstanbul kadın sözleşmesini istemiyor ve kadının aleyhine değiştirmek istiyor. Çünkü İslam Şeriatı kadının kendisiyle hayatın her alanında eşitlenmesini ve özgürleşmesini istemiyor. İstanbul kadın sözleşmesi şeriatın kadına bakış açısını toptan reddeden kadını her türlü şiddetten koruyan özgürleşmesinin önündeki barikatları ve bariyerleri kaldıran uluslar arası bir sözleşmedir. İstanbul kadın sözleşmesi son tahlilde, Laik demokratik Türkiye cumhuriyeti felsefesinin gereği ve özüdür. Yaşasın 8 Mart Dünya emekçi kadınlar günü.
Av. Hakkı TOKA