YUNUS YAŞAR’dan 50 Yıllık Kelime İşçiliği

“Ümit Yaşar Oğuzcan’ı Anarken” başlıklı yazısını okuduktan sonra tanıştım sevgili Yunus Yaşar ile. Şiirlerini okudum, anılarını dinledim. Ve onu tanıyor olmanın gururunu yaşadım sonralarda. Belki de kimsenin isim olarak bilmediği Yunus Yaşar’ın telefon numarası benim telefonumda kayıtlıdır ve bu benim için bir onurdur. Şiirlerine, kişiliğine, geride bıraktığı yıllara, kültürüne sonsuz saygı ve hayranlık duyduğum bu değerli insanı sizlere de tanıtmak, dinlemeyi çok sevdiğim anılarını sizlerle de paylaşmak istiyorum…

RÖPORTAJ : YAĞMUR TANYILDIZ

Öncelikle bizlere kendinizden bahseder misiniz? Yunus Yaşar kimdir? Şiirle nasıl tanışmıştır?

1950 yılında Karaman’da doğmuşum. Şiirle tanışıklığım ilkokul yıllarına rastlar. Henüz on iki yaşındayken babamı kaybettiğimde evimizde bir yoğrum unumuz yoktu. Okul çıkışı ayakkabı boyacılığı yapıyor, en azından eve yük olmamak için harçlığımı çıkarıyordum. Bir Cuma günü Yunus Emre Camii’nin önüne oturmuş, önümde boya sandığım cemaatin çıkışını beklerken, üç kadının Yunus Emre Türbesi’nin önünde dua ettiklerini fark ettim. Eteklerinden yırttıkları bez parçalarını türbenin demir parmaklıklarına bağladıklarını gördüm. Bir anlam veremedim. Merakımı gidermek için türbeye yaklaştım, başımı demir parmaklıklara yanaştırıp içeri baktığımda bir mezar olduğunu gördüm. Ertesi gün öğretmenime açtım konuyu. ‘Kadınlar dualarını ettikten sonra türbenin parmaklıklarına neden çaput bağlarlar’ diye sorunca, ‘orada kim yatıyor biliyor musun’ diye sordu. ‘Hayır, bilmiyorum öğretmenim’ diye yanıtladım. Elimden tutup okulun kütüphanesine götürdü beni ve raftan çektiği bir kitabı uzatıp, ‘bunu okuyacaksın. Bitirdikten sonra tekrar bana geleceksin’ dedi. Okul çıkışı hiçbir yere uğramadan hızla eve geldim. Okuduğum kitap, Yunus Emre’nin hayatından ve seçilmiş şiirlerinden oluşuyordu. Bitirdikten sonra teslim etmek üzere tekrar öğretmenimin yanına gittim. ‘Okudun mu’ dedi, ‘okudum öğretmenim’ dedim. ‘Kitap kimi anlatıyor’ diye sordu, ‘Yunus Emre öğretmenim’ dedim. ‘Peki Yunus Emre kimmiş’ dedi, ‘bir halk ozanı’ dedim. ‘İşte Yunus Emre Camii’nin yanındaki türbede Yunus Emre yatıyor. Dinsel inançtan gelen bir gelenek, türbenin parmaklıklarına çaput bağlamak’ dedi. Okuduğum kitabın etkisiyle ‘’Yunus’a’’ diye bir şiir yazdım. Öğretmenime gösterince inanamadı benim yazdığıma. ‘Yemin ederim ben yazdım öğretmenim’ dedim. Öğretmenim bende bir şeyler sezmiş olacak ki, okulun duvar gazetesinin yönetimini bana verdi. ‘Şiirimsi’ dediğim ilk denemelerim burada yayınlanmaya başladı.

Size ‘Ümit Yaşar Oğuzcan’ desem, bizlere onunla ilgili neler anlatırsınız?

Lise öğrenimimi Mersin Sanat Enstitüsü’nde yapıyorum. Mersin’de yayınlanan Yeni Mersin ve Özgür gazetelerinde de röportajlarım, şiir ve yazılarım yayınlanıyor. O yıllarda (1969-1975) Ümit Yaşar Oğuzcan’ın kardeşi Mehmet Yaşar Oğuzcan ‘Dostlar’ adlı bir kitabevi işletiyor. Babaları Lütfi Oğuzcan her gün öğleden sonra uğruyor ve onunla sohbet ediyor, onun engin kültüründen yararlanmaya çalışıyorum. Ümit Yaşar o yıllarda Hürriyet Gazetesi’nin Kelebek Eki’nde şiir sayfası düzenliyor. Bir gün bana ‘Ümit’e senden söz ettim, şiirlerini bana göndersin diyor’ dedi. ‘Şiirlerim henüz o düzeyde değil’ dedim. ‘Sen kendine göre beğendiklerini gönder, Ümit gerekli görürse eksik yönlerini tamamlar’ dedi. Ben de şiirlerimi gerçek adım olan Yunus Pancar imzasıyla gönderiyorum, Ümit Yaşar Oğuzcan, Yunus Yaşar olarak yayınlıyordu. Bir gün Lütfi Baba’ya (baba diye hitap ediyordum) ‘ben şiirlerimi kendi adımla gönderiyorum o Yunus Yaşar imzasıyla yayınlıyor. Neden acaba?’ dedim. ‘İyi ya evladım’ dedi. Ümit ikinci adını sana armağan etmiş. Bundan sonra Yunus Yaşar olarak gönderirsin şiirlerini’ dedi. O günden sonra gerek röportajlarımda, gerek gazetelere yaptığım haberlerde, gerekse şiir ve yazılarımda Yunus Yaşar imzasını kullandım. Daha sonra da mahkeme kararıyla ‘Pancar’ olan soyadımı ‘Yaşar’ olarak değiştirdim. Soyadım bana en güzel hediyedir. Toprak olana kadar onurla taşıyacağım.

Şiir sizin için ne anlam ifade ediyor?

Türkiye’de şiir kitabı çıkarmak başlı başına bir sorun. Bunu en güzel, Don Marguis’in, ‘şiir kitabı yayınlamak, derin bir uçuruma gül yaprağı atarak gelecek yankıyı beklemektir’ sözüyle anlatabilirim… Benim şiir yazma sebeplerim; vicdanımı sağlıklı tutmak, itiraflarımı bir araya getirmek, zihnimin pörsümüş yanlarını sağaltmak, aykırı ve isyancı yönlerimi hayat hizaya sokmadan dizelerle hizaya getirmek ve elli yıla yakındır bir damla suya bir okyanusu yerleştirme çabası… Ha, ‘şiir sizin için ne anlam ifade ediyor’ sorusuna gelince; kolay değil, elli yıla yaklaşan bir işçilik…

 

“Kalbim Dinamit Kuyusu”

(Ahmed Arif)

1989 yılının Haziran ayı… Ahmed Arif bir imza günü için Antalya’da. Etkinlik öncesi Gençlik Kitabevi’nde sohbet ediyoruz. Kitabevinin sahibi Mehmet Görmez ‘in ikram ettiği çayları içerken: “Hocam diyorum, Ahmed Arif Hasretinden Prangalar Eskittim ‘deki şiirlerinden başka şiir yazmadı mı? Hayır, Ahmed Arif şiir yazmaya devam ediyor; ancak bu kitaptaki şiirler yediden yetmiş yediye öylesine sevildi, öylesine benimsendi ki, çoğu şiirleriniz ezbere biliniyor. Meydanlarda, etkinliklerde şiir matinelerinde coşkuyla okunuyor. Hatta İstanbul Selimiye’de idamla yargılanırken bir işkence seansında bir dizenizi haykırmıştım. “Vurun ulan vurun ben kolay ölmem!”

Demem o ki, yazdığınız yeni şiirlerin öncekiler kadar ses getirmeyeceği endişesiyle yayınlamaktan mı çekiniyorsunuz? Ya da Ahmed Arif, sık şiir yazmıyor, edebiyat dergilerinde görünmediği için böyle bir kanı mı uyandırıyor?

Birden kaşları çatılıyor, “Ben şiirin haysiyetini ve namusunu koruyorum” diyor Ahmed Arif. “Hasretinden Prangalar Eskittim ‘deki şiirler iki yüz şiirin içinden seçilmiştir. Diğerlerini, ileride bir daha önüme çıkmasınlar diye yaktım, yok ettim. Ahmed Arif hala şiir yazıyor, ama Ahmed Arif her yazdığı şiiri en az beş-on yıl damıtmada bırakır. Zaman zaman onları gözden geçirir. Şiir eklemek değil, eksiltmektir. Öyle bir an gelir ki, tek bir sözcüğün bile atılmasına müsaade etmez. Attığınız anda da çatı çöker. Artık şiir olgunlaşmıştır. Bitmiş gözüyle baktığım şiirler bir kitap oluşturacak hale geldi.”

” Adını ne koyacaksınız?” diye soruyorum. ” Henüz karar vermedim” diyor. Çantasından bir dosya çıkarıyor. “Dosyaya bakabilir miyim?” diyorum. Uzatıyor. Kapağını çeviriyorum. İlk şiirin başlığı ” Kalbim Dinamit Kuyusu”. Uzunca bir şiir. Okuyunca çarpılıyorum. “Beğendin mi?” diyor Ahmed Arif. “Elinize ve yüreğinize sağlık Hocam” diyorum. “Şiirin adı da çok çarpıcı; “Kalbim Dinamit Kuyusu”. Güzel kitap ismi olur. İkinci kitabınızın ismini burada koyalım isterseniz; “Kalbim Dinamit Kuyusu”

 

“Gün oldu devran döndü”

12 Eylül 1980 Askeri faşist darbesinden hemen sonra DİSK’ e bağlı sendikaların yöneticileri ve başkanları İstanbul Selimiye’de tutukluyuz ve idamla yargılanıyoruz. Mübaşir adımı okuyor. Savcının önündeyim. İçlerinde en gençleri “şuncağız” olsa gerek, savcı hiddetle masaya vuruyor; “Ben senden daha iyi devrimciyim!” diyor. Şaşkınlıkla bakıyorum yüzüne, “ne bakıyorsun?” diyor. “Siz sözde devrimciler, bir kümbetin içine sokmuşsunuz başınızı, akşama kadar Marksist Leninist teoriler üretiyorsunuz. Ülkeyi sadece o kümbetten ibaret sanıyorsunuz. Ben çoktan çıkardım başımı o kümbetin içinden ve ülkenin o kümbetten ibaret olmadığını öğrendim. Sizin ‘varoş’ dediğiniz, benimse ‘kenar mahalle’ dediğim yerlerden geliyorum ben. Her akşam devrim yapacakmış gibi yatıyorsunuz, her sabah hüsranla kalkıyorsunuz. Kardeşim bin yıl da geçse, siz bu kafayla bu ülkede devrim yapamazsınız.”

“Ben böylesi lafları Antalya’da ilk gözaltına alındığımda da dinlemiştim sorgucudan, CIA/ABD beyninizi boşaltmış sizin, emperyalist düşüncelerden oluşan şablon lafları beyninize şırıngalamış. Hep aynı şeyleri tekrarlayıp duruyorsunuz.”

“Kes sesini!” diyor savcı, yanındaki jandarmaya dönüp, “Atın bunu hücreye!”

Gün oldu devran döndü, Antalya’da ilk gözaltına alındığım ve bedenimin ilk işkenceyle buluştuğu bu kışla (jandarma) yıkılıp, tel örgüleri söküldü. Yerine bir çocuk parkı yapıldı. Salıncaklı, oyuncaklı, ağaçları birbirine kucaklı… Ve içine bir de sanat galerisi inşa edildi. Şimdilerde her Nisan ayı içerisinde sergiler açıyor, ben de kitaplarımı da orada imzalıyorum.

 

“Karaman’da Kalırsam Ölürüm”

(Metin Altıok)

1991’in son günü… Metin Altıok, Karaman Lisesi’nde felsefe öğretmeni. Yılbaşı gecesini birlikte geçirmek üzere Metin Altıok’un davetlisiyiz. Eşlerimiz mutfakta akşam için hazırlıklar yapıyor. Biz oturma odasında Metin’le şiir ve edebiyat üzerine sohbet ediyoruz. Kitaplığından çektiği bir kitabı bana uzatıyor. Bakıyorum “Süveyda”, bende var okudum diyorum. Şiirden, edebiyattan konuşuyoruz. Çalıştığı desenleri gösteriyor. “Resimle uğraştığını bilmiyordum” diyorum. Tam o sırada Metin’in eşi Nebahat Hanım mutfaktan “Yunus Bey!” diye sesleniyor. İzin isteyip mutfağa geçiyorum.

“Yunus Bey, senden bir ricada bulunmak istiyorum” diyor bana Nebahat Hanım. “Metin’e alkolü bıraktırdım. Epeydir içmiyor. Artık kaldırmıyor bedeni. İçince kendisini dağıtıyor. Sağlığı bozuluyor. Perdeleri ve koltukları jiletle kesiyor, ben arkasından teyelleyip dikiyorum…”

Üzüntülerimi ifade ediyorum. ” Merak etme sen, içki almayız, olur biter ” diyorum. Metin giriyor mutfağa. Yunuscuğum şöyle bir dolaşalım istersen?” diyor. Çıkıyoruz.

Görev yaptığı Karaman Lisesi evinin tam karşısında. Önünde duruyoruz. “Burası benim sürgün yerim” diyor Metin. “Hayatımın en zor ve en acı günlerini yaşıyorum. Biraz daha Karaman’da kalırsam ölürüm.

Okulun yan tarafındaki İstasyon Parkı’na geçiyoruz. Çayları yudumlarken kaldığı yerden sözüne devam ediyor Metin: “Okul idaresi ile aram açık. İçki kullanıyor, okula içkili geliyor gibi asılsız gerekçelerle hakkımda soruşturma başlatıldı. Beni görevden almak için ne gerekiyorsa yapıyorlar. Rapor aldım. Ankara’da arkadaşlar tayinim için uğraşıyorlar. Özellikle Ahmet Telli. Yoksa ben burada ölürüm. Ne arkadaş, ne dost… Çok yalnızım.”

Teselli etmeye çalışsam da sözlerimin bir yararı olmuyor. “Sezen Aksu’dan Kavaklar şiirim için telif hakkı olarak bir miktar para geldi. O kadar sevindim ki, anlayamazsın. Çok zor durumdaydık. İlaç gibi geldi bana” diyor Metin.

Hava kararmaya başlıyor. “Kalkalım mı?” diyor Metin. “Nasıl isterseniz” diyorum. Kalkıyoruz. Evin önüne geldiğimizde “Sen çıka dur, ben yandaki bakkaldan bir şeyler alayım.” “Fazla bir şeyler almana gerek yok, Nebahat Hanım, ellerine sağlık fazlasıyla hazırlamış” diyorum. “Olsun diyor Metin, birkaç ekmek alır dönerim.”

Biz şöyle akrabaları görmek için izin isteyelim, akşam saat dokuz gibi döneriz” diyerek ayrılıyoruz. Bir saat geçmeden Nebahat Hanım’dan bir telefon: “Yunus Bey, Metin’in sağlığı çok kötü!” diyor. “Hayırdır?” diyorum. “Sen git, bakkalda bir somun ekmeğin içine otuz beşlik rakıyı gizle. Mutfakta aklımın ucundan geçmeyecek bir yere koy. Benden habersiz girip çıkıp çek kafayı…”

“Hemen geliyoruz” diyorum. Bir ambulans çağırıp Metin’i Karaman Devlet Hastanesi’ne kaldırıyoruz. Midesi yıkanıyor, serum veriliyor. Sabaha karşı saat beş sularında kendine geliyor Metin. Bakıyor ki hastanede. Bir bana bakıyor, bir Nebahat Hanım’a, “Çok üzgünüm” diyor Metin, özür diliyor.

Sabah çıkış işlemlerini yapıp Metinlere geliyoruz. “Ne olur Yunus Bey” diyor Nebahat Hanım, “Metin’in bir hava değişikliğine ihtiyacı var. Antalya’ya bir söyleşi için çağırsanız.” Olur diyorum, “Ben ANSAN yönetimiyle görüşeyim, ‘Süveyda’ üzerine hem söyleşi, hem imza günü yaparız.”

ANSAN, Metin Altıok’u 1993′ ün Nisan ayında Antalya’ya davet ediyor. Güzel bir etkinlik düzenleniyor. Elinden geldiğince Metin’i mutlu etmeye çalışıyor Antalya. Gel gör ki, 2 Temmuz günü Sivas Katliamında ‘ Cumhuriyetin temelleri Sivas’ta atıldı, yine Sivas’ta yıkılacak’ diye haykıran güruh ‘ Ya Allah, Bismillah, Allah u Ekber!’ nidalarıyla yaktılar Metin’i ve otuz üç canı…

About Post Author